DELİL - TDV İslâm Ansiklopedisi

DELİL

الدليل
Bölümler İçin Önizleme
  • 1/2Müellif: YUSUF ŞEVKİ YAVUZBölüme Git
    Arapça’da “yol göstermek, irşad etmek” anlamındaki delâlet kökünden mübalağa ifade eden bir sıfat olup “yol gösteren, doğru yola ve doğru sonuca götür...
  • 2/2Müellif: ALİ BARDAKOĞLUBölüme Git
    FIKIH. Fıkıh usulü ile mantık ve kelâm ilimlerinin yakın münasebeti sebebiyle İslâm hukukunda delilin tanımı için bu ilimlerin tanım ve kavramlarından...
1/2
DELİL
Müellif: YUSUF ŞEVKİ YAVUZ
Web Sitesi: TDV İslâm Ansiklopedisi
Yayımcı: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi
Baskı Tarihi: 1994
Son Güncelleme Tarihi: 09.11.2023
Erişim Tarihi: 28.11.2024
Web Adresi:
https://islamansiklopedisi.org.tr/delil#1
YUSUF ŞEVKİ YAVUZ, "DELİL", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/delil#1 (28.11.2024).
Kopyalama metni

Arapça’da “yol göstermek, irşad etmek” anlamındaki delâlet kökünden mübalağa ifade eden bir sıfat olup “yol gösteren, doğru yola ve doğru sonuca götüren” mânasına gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de bir âyette “kılavuz” anlamında kullanılmakta (el-Furkān 25/45), ayrıca altı âyette “kılavuzluk etmek; göstermek, haber vermek” mânalarında aynı kökten türeyen fiiller yer almaktadır (bk. , “dll” md.). Bu kullanım şekilleri hadislerde de görülmektedir (bk. , “dll” md.).

KELÂM. İlk kelâm âlimlerine göre delil, herhangi bir konuda gerçeğe veya kanıtlanması istenen hususa ulaştıran şeydir. Sünnî kelâmın kuruluşuna önemli katkılarda bulunan Bâkıllânî’ye göre delil, duyularla algılanmayan ve zaruri olarak kendiliğinden bilinemeyen hususların bilinmesini sağlayan şeydir. İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî’nin tanımı da buna yakındır. Gazzâlî’den itibaren delille ilgili olarak yapılan tarifler mantıkî bir şekil almaya başlamıştır. Gazzâlî delili, “yeni bir bilgi meydana getiren yani sonuca ulaştıran iki öncülün birleşmesi” (el-İḳtiṣâd, s. 14) şeklinde tarif ederken Seyfeddin el-Âmidî “delil mantıkî bir kıyastır” demiştir. Seyyid Şerîf el-Cürcânî ise delili, Fahreddin er-Râzî’ye uyarak “bilinmesi başka bir şeyin bilinmesini gerektiren şey” diye tarif ettikten sonra delilin hakikatini, kıyasta orta terimin küçük öncülde bulunması ve onu kapsaması şeklinde açıklamıştır (, s. 104). Delil daha ziyade bir hükmün ispat edilmesini veya bir sonucun ortaya çıkarılmasını sağlayan vasıtadır.

Gerek kendilerine has bir metot takip eden mütekaddimîn devri âlimlerince, gerekse metodolojide klasik mantık kurallarını esas alan müteahhirîn devri kelâmcılarınca yapılan tarifler, delilin bilinmeyeni ortaya çıkaran bir nevi vasıta bilgi olduğu hususunda birleşmiştir. İnsanı bir konu hakkında müsbet veya menfi hüküm vermeye götüren delil karşılığında kullanılan emâre, beyyine, hüccet, şüphe, şâhid, sened gibi değişik terimler varsa da her birinin az çok farklı anlamları ve değişik kullanım alanları vardır. Delil ispat konusunu kesinlikle kanıtlama özelliği taşırken emâre mutlaka zan ifade eden bir işaret olarak kabul edilir (Tûsî, s. 66). Beyyine, iddia sahibinin görüşüne açıklık getirici ilâve bir bilgi ifade eder; hüccet, tartışmada muarıza üstün gelme gayesiyle getirilen delil anlamında kullanılır (Bursevî, s. 144, 147). Şüphe, muhalif mezhep mensuplarınca yapılan itirazlar ve ileri sürülen karşı görüşler için söz konusudur. Sened, tartışan taraflardan iddia sahibinin (muallil) öne sürdüğü tezleri kontrol edip kanıtlanmaya muhtaç bulunan hususlar için delil isteyen kişinin gösterdiği gerekçe, şâhid ise bu kişinin akıl yürütme mevkiine geçip muallilin delilini çürütme safhasında getirdiği karşı delil demektir (Yavuz, Kur’ân-ı Kerîm’de Tefekkür ve Tartışma Metodu, s. 22, 26).

Kelâm âlimleri, doğruluğundan şüphe edilen bir öncülün gerçekliğini kabul etmeye sevkeden delile büyük önem vermişler, hatta bu konuda aşırı gidenler delile bağlı olarak gerçekleşmeyen imanı geçerli saymamışlardır. Delilin “medlûl”den yani ispatlanması amaçlanan sonuçtan ayrı olduğu, bundan dolayı herhangi bir şekilde delilin çürütülmesiyle medlûlün de çürütülmüş ve gerçekliğini kaybetmiş sayılamayacağı, özellikle müteahhir kelâmcıların üzerinde ittifak ettikleri bir husustur. Delil, kelâm ilminin teşekkül ettiği dönemlerden itibaren mütekaddimîn devrinin sonuna kadar mantıkî bir kıyas formunda sunulmaktan çok her insanın doğuştan sahip olduğu aklî zaruretlere ve fıtrî mantığa dayandırılmıştır. Bu devrede geliştirilen deliller genellikle duyular âleminden elde edilen bilgilerden seçildiği için tecrübî karakter taşır; bunların mantık ilminin kurallarına uyup uymadığına önem verilmemiştir. Hatta Bâkıllânî gibi bazı kelâmcılar, kullanılan delilin çürütülmesi halinde kanıtlanmak istenen hususun da bâtıl olacağına hükmederek (in‘ikâsü’l-edille) delillerin değeri ve fonksiyonu hakkında mantık kurallarına aykırı bir ilkeyi benimsemişler, bazı kelâmcılar da delille kanıtlanmayan bir iddianın mutlaka gerçeğe aykırı olduğunu söyleyerek delili her konuda belirleyici bir ilke telakki etmişlerdir (, I, 140).

Başta Gazzâlî olmak üzere Fahreddin er-Râzî, Seyfeddin el-Âmidî, Teftâzânî, Seyyid Şerîf el-Cürcânî gibi müteahhirîn devri kelâmcıları, hangi alana ait olursa olsun delilin klasik mantıkta esasları belirlenen kıyas şekillerinden birine göre düzenlenmesinin gerektiği hususunda birleşmişler, mütekaddimîn kelâmcılarınca benimsenen ilkeleri eleştirip terketmişler, buna bağlı olarak da gözlem ve deneye dayanan deliller yerine ta‘lîlî kıyası kullanmışlardır. Zira onlara göre salt akıl ilkelerine dayanan delil duyu verilerine dayanan delilden daha doğrudur. Yine onlara göre bir iddiaya ilişkin delilin yanlış olması veya bir iddianın herhangi bir delille kanıtlanamaması onun gerçeğe aykırı görülmesi için yeterli değildir. Gazzâlî, delillerin en doğrusunu mantıkî kıyas formuna sokulanların teşkil ettiğini ve bunların dışında bir kanıtlama vasıtasının bulunmadığını söyleyerek İslâm düşüncesinin doğrulanması ve savunulması için kıyası temel ispat metodu haline getirmiş ve bu tutumunu Kur’ân-ı Kerîm’e dayandırmıştır. Ona göre Kur’an’da yer alan bütün deliller, öncüllerinin tamamı belirtilmemiş mantıkî kıyaslar şeklindedir ve bunlar hem doğru hem de yanlış kıyas türlerine ışık tutmaktadır. Zira Kur’an, az kelime ile çok mânaya işaret etme özelliği taşıyan i‘câz hârikası bir ilâhî kitaptır (geniş bilgi için bk. el-Ḳısṭâsü’l-müstaḳīm, s. 14-57). En kuvvetli delilin ta‘lîlî kıyas olduğunu söyleyen Gazzâlî, Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususa da temas edildiğini belirterek Allah’ın yoluna davet şekillerinden bahseden âyette (en-Nahl 16/125) geçen hikmetin bilginler için gerekli olan ta‘lîlî kıyasa, güzel öğüdün avam için elverişli bulunan hatâbî kıyasa, en güzel mücadelenin de cedelî kıyasa işaret ettiğini ileri sürmüştür (a.g.e., s. 6-7, 49). Yine ona göre hangi ilme ait olursa olsun bütün delillerin muhtevası evveliyyât, müşâhedât, mahsûsât, mücerrebât, mütevâtirât, meşhûrât, makbûlât ve vehmiyyât türünden yakīnî veya zannî bilgilere dayanır. Eğer kıyasın öncüllerinden birinin doğruluğundan şüphe edilirse bu konuda kesin bir sonuca ulaşmanın yolu, doğruluğu apaçık öncüllerden teşekkül eden diğer kıyaslara başvurmaktır. Zira zanniyyât ve vehmiyyâtı belirleyip kesin bilgilerden ayıklamak için aklın temel ilkelerine müracaat edilir (a.g.e., s. 20; a.mlf., el-Müstaṣfâ, I, 47-49). Gazzâlî’nin, delilin şekli ve mahiyeti konusunda kelâm ilmine getirdiği yenilik kendisinden sonra Râzî, Âmidî, Adudüddin el-Îcî, Beyzâvî, Teftâzânî, Cürcânî gibi âlimlerce benimsenerek devam ettirilmiş ve bu alandaki çalışmalar daha ileri seviyelere götürülmüştür.

Kelâm âlimleri delili çeşitli bakımlardan tasnif etmişlerdir. Buna göre delil ihtiva ettiği bilginin kaynağı açısından ikiye ayrılır.

1. Aklî Delil. Bütün öncülleri akla dayanan delildir. Mantıkçılar, öncülleri kesin bilgilerden oluşan aklî delillere burhan, meşhûrât veya müsellemâttan oluşanlara cedel, zanniyyât veya makbûlâttan oluşanlara hatâbe, vehmiyyâttan oluşanlara da safsata veya mugalata adını verirler (bk. BEŞ SANAT). Kelâmcıların çoğunluğu da bu görüşü paylaşır. Bütün kelâmcılara göre aklî delile dayanarak hiçbir itikadî esas vazedilemez. Aklî delil sadece naklî delille sabit olmuş esasların daha iyi anlaşılmasına, doğruluğunun kanıtlanmasına ve gerektiğinde deliller arasında mukayese ve tercih yapılmasına katkıda bulunur.

2. Naklî Delil. Bütün öncülleri nakle dayanan delildir. Sübûtu, özellikle İslâm’ın ilk dönemlerinde işitmeye bağlı olduğundan “sem‘î delil” diye anıldığı gibi “lafzî delil” diye de adlandırılır. Bilgiyi nakledenin doğru söylediği ancak akıl yoluyla bilinebileceğinden bu tür delillere “naklî-aklî delil” demeyi daha uygun görenler de vardır. Bununla birlikte naklî-aklî delili üçüncü bir tür olarak kabul edenler de mevcuttur. Kelâm âlimleri, itikadî konulara ilişkin naklî delilleri Kur’ân-ı Kerîm, hadisler ve icmâ olmak üzere üç grupta toplamışlardır. Kur’an’ın naklî delil oluşunda âlimler arasında herhangi bir ihtilâf yoktur. Tevâtür derecesinde sabit olmaları sebebiyle zaruri ilim ifade eden hadislerin de delil olarak kabul edilmesi hususunda ittifak vardır. Tevâtür derecesine ulaşmamış (âhâd) hadislere gelince, Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye âlimlerinin çoğu, âhâd derecesinde de olsa değişik rivayet yollarıyla doğrulukları sabit olmuş hadisleri, Kur’an’ın ruhuna ve genel telakkisine aykırı düşmemek şartıyla akaidin delilleri arasında kabul etmişlerdir. Mu‘tezile âlimlerinin bir kısmı akaidde hadisleri bütünüyle reddederken bu âlimlerin ekserisi, bazı şartlara bağlı olarak nübüvvetin mûcize ile kanıtlanması ve âhiret halleri gibi konularda hadislerle istidlâl etmiştir (aş.bk.). Nazzâm gibi bazı Mu‘tezile âlimleri icmâın akaidde bir delil olamayacağını ileri sürmüşlerse de kelâmcıların çoğunluğu icmâı itikadî konularda nasları tekit eden bir delil saymıştır (Kādî Abdülcebbâr, s. 139; İbn Hazm, el-Uṣûl ve’l-fürûʿ, s. 43; Abdülfettâh el-Mağribî, s. 73). Kelâm ilminde naklî deliller İslâm akaidini belirleyen yegâne kaynaktır.

Deliller ortaya koydukları sonucun değeri açısından da iki kısma ayrılır.

1. Kat‘î Delil. Kanıtlamayı amaçladığı konuya ilişkin karşı ihtimallerin bütününü ortadan kaldıran delildir, buna “yakīnî delil” de denir. Aklî bir delilin kesin olabilmesi için bütün öncüllerinin zarûriyyât veya yakīniyyât türünden oluşması gerekir. Böyle bir delil burhan adını alır. Aklî deliller içinde kesin olanı sadece burhandır. Naklî delilin kesin olabilmesi için hem sabit oluşu hem de mânaya delâleti kesinlik arzetmelidir. Bu durumda mütevâtir habere dayanan her naklî delil sübût açısından kesinlik taşır. Bu şarta ilâve olarak mütevâtir haberin mânaya delâleti de açıksa, yani anlaşılma güçlüğü taşımıyorsa buna dayanan her naklî delil kesinlik kazanır.

2. Zannî Delil. Kanıtlamayı amaçladığı konuya ilişkin karşı ihtimallerin tamamını ortadan kaldıramayan delildir. Bu tür delillere “ilzâmî” veya “iknâî” deliller de denir. Kelâm âlimlerinin çoğunluğuna göre öncülleri yakīniyyât veya zarûriyyât türünden olmayıp cedel, hatâbe, şiir, safsatadan oluşan aklî delillerin hepsi zannî-aklî delil grubuna girer. Bunlardan cedelin, ortaya koyduğu sonucun kuvvetli bir zan ifade etmesi halinde burhan yerine geçebilecek bir karakter taşıdığını savunan âlimler vardır (Fahreddin er-Râzî, el-Meṭâlibü’l-ʿâliye, I, 239). Sübût ve delâlet cihetlerinden biri kesin olmayan bütün naklî deliller zannî niteliktedir. Mânaya delâleti açık olmayan âyetlerle tevâtür derecesinin altındaki bütün hadisler naklî-zannî delillerdir. Mahiyeti itibariyle şüpheye elverişli olmayan itikadî konularda zannî deliller yeterli görülmediğinden hadisler tek başına delil kabul edilmemiştir. Bununla birlikte Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça olmasa bile işaretler halinde temas edilen konuları açıklayıcı mahiyette olan veya Kur’an’da bulunmayıp da genel esaslarına aykırı bir hüküm taşımayan âhâd hadisler âlimlerin çoğunluğu tarafından delil olarak kullanılmıştır. Ancak Kur’an’ın genel esaslarına veya aklın temel ilkelerine aykırı hükümler ihtiva eden hadisler zannî bilgi dahi ifade etmez ve delil olarak kullanılmaz.

Mu‘tezile ve Eş‘ariyye âlimlerinin çoğunluğu, doğrulukları aklın kanıtlamasıyla bilindiğinden naklî delillerin tek başına yakīnî bilgi ifade etmediğini kabul ederken Cürcânî ile Beyâzîzâde Ahmed Efendi gibi bazı Eş‘arî ve Mâtürîdî âlimleri dinî konularda kat‘î-naklî delillerin kesin bilgi ifade ettiğini savunmuşlardır. İsmail Hakkı İzmirli, zarûriyyât dışındaki kıyaslardan oluşan aklî delillerin eksiklik, hata ve vehim şâibesinden kurtulamayacağını, halbuki ilâhî teyide dayanan kat‘î-naklî delillerin söz konusu olumsuzluklardan bütünüyle uzak olduğunu belirterek onları aklî delillerden daha isabetli bir bilgi vasıtası kabul etmiştir (Yeni İlm-i Kelâm, s. 59). Kelâm âlimlerine göre bir naklî delil aklî delil ile çelişirse aklî delil tercih edilir ve nakil onun ışığı altında te’vile tâbi tutulur. Zira naklî delil aklî delilin önüne geçirilirse naklin doğruluğunu kanıtlama imkânı kalmaz.

Akaid sahasında kullanılan delillerin âlim-cahil herkesi ilgilendirdiğini, dolayısıyla bu konudaki delillerin klasik mantık ilmini bilmeyenlerce anlaşılamayacak olan mantıkî kıyas formunda getirilmemesi gerektiğini savunan İbn Teymiyye ile onun görüşünü paylaşan diğer âlimlerin delile bakışları oldukça farklıdır. Onlara göre herhangi bir konuya ilişkin delilin bilgi ifade etmesi için mantıkî kıyas formuna sokulması, konunun anlaşılmasını güçleştireceği gibi bazı yanlış sonuçların doğmasına da sebep olabilir. Üstelik ta‘lîlî kıyas formundaki bir delil, büyük öncülde mevcut bilgiyi sonuç olarak sunmaktan başka fikrî bir değer taşımaz, bu sebeple de önceden bilinmeyen bir hususu kanıtlamış olmaz (Naḳżü’l-manṭıḳ, s. 165). Selef âlimlerine göre delil şer‘î, naklî ve aklî olmak üzere üç gruba ayrılır. Kelâm âlimlerince yapılan taksimin aksine şer‘î delil naklî delilden ayrıdır. Zira şer‘î delil, naklî ve aklî delil türlerini içine alan daha geniş kapsamlı bir muhtevaya sahiptir ve kelâmcıların zannettiği gibi gerçekliğinin kanıtlanması sadece onu haber verenin doğruluğunu bilmeye bağlı değildir; aksine, gerçekliğine ilişkin aklî deliller şeriatın esasını teşkil eden Kur’ân-ı Kerîm’de mevcuttur. Hatta onda aklî delillerin türlerine ilişkin temel bilgilere yer verilmiştir. Ne var ki bunlar klasik mantık ilminin kurallarına göre değil herkesin anlayabileceği tabii mantık esaslarına göre düzenlenmiştir (İbn Teymiyye, Muvâfaḳatü ṣaḥîḥi’l-menḳūl, I, 44; Süyûtî, I, 456). Selef âlimlerine göre şer‘î deliller kesin bilgi ifade ederken şer‘î olmayan aklî ve naklî deliller böyle değildir. Bunların bir kısmı yakīnî, bir kısmı da zannî, hatta bütünüyle yanlış olabilir. Zira şer‘î olmayan delillerin kesinlerini zannî olanlarından ayırt etmek için objektif bir ölçü yoktur. Özellikle aklî deliller alanında farklı ölçüler kabul edilmekte ve birbiriyle çelişen iki zıt delile bile farklı düşünürlerce kesin delil nazarıyla bakılabilmektedir. Şu halde bir aklî delilin doğruluğunu belirlemek için yanılmaz bir ölçüye ihtiyaç vardır ki bu da mutlak hakikat olan şer‘î delildir. Bundan dolayı Kur’an delilleri diğer bütün delillerden üstündür, doğrulukları herhangi bir sebeple sona ermeyeceğinden de her zaman geçerlidir. Kesin delillerin birbiriyle çelişmeyeceğini dikkate alan Selef âlimlerine göre Kur’an delillerine aykırı bilgiler ihtiva eden bir delil eğer aklî ise dayandığı ilke açık değil, naklî ise sahih değildir. Sonuç olarak aklî delillerle naklî deliller arasında herhangi bir çelişkiden söz edilemez (İbn Teymiyye, Derʾü teʿâruż, I, 198-200).

Kelâm ilminde, İslâm akaidinin hangi esaslardan ibaret olduğunu ve bunların hangi aklî temellere dayandığını belirlemek amacıyla üzerinde durulan delil ihtilâflı konuların çözümlenmesini sağlayan bir vasıta olarak görülmüş, bir iddianın doğruluğunu veya yanlışlığını kanıtlamak için mutlaka başvurulması gereken bir esas kabul edilmiştir. Delil kavramı etrafında yürütülen tartışmaların odak noktasını, onun klasik mantıkta benimsenen kıyas formunda mı, yoksa herkesin doğuştan sahip olduğu basit bir mantık üslûbu içinde mi sunulmasının gerektiğidir. Âlimlerin çoğunluğu birinci şıkkı tercih etmiştir. Kelâm âlimlerince geliştirilen delilleri eleştiren filozof İbn Rüşd’e göre (el-Keşf, s. 54, 63), itikadî konularda birleşik deliller yerine tek öncüllü basit deliller kullanmak hem bilginlerin hem de avamın anlayıp faydalanması açısından daha uygun görünmektedir. Âlimler arasındaki önemli bir tartışma konusunu da naklî delillerin aklî delillere tâbi kılınması ve naklî delillerin değeri meselesi oluşturmuştur. Allah’ın her şeyi ilmiyle kuşattığı, bilgisinin her türlü eksiklik ve yanlışlıktan münezzeh olduğu, ayrıca insanlara zannî bilgilerden kaçınmalarını emrettiği dikkate alınırsa naklî delillerin, dolayısıyla Kur’an’daki bütün delillerin kesin bilgi ifade ettiğini savunan görüşün daha isabetli olduğunu söylemek mümkündür.


BİBLİYOGRAFYA

, “dll” md.

, “dll” md.

, “dll” md.

, s. 4.

, s. 286.

, s. 33-34.

Kādî Abdülcebbâr, Fażlü’l-iʿtizâl ve Ṭabaḳātü’l-Muʿtezile (nşr. Fuâd Seyyid), Tunus 1393/1974, s. 138-139.

, I, 40-42.

a.mlf., el-Uṣûl ve’l-fürûʿ, Beyrut 1404/1984, s. 43.

, s. 8, 359-360.

Gazzâlî, el-Ḳısṭâsü’l-müstaḳīm (Mecmûʿatü resâʾili’l-İmâm el-Ġazzâlî içinde), Beyrut 1406/1986, III, 6-58.

a.mlf., , s. 14.

a.mlf., , s. 61-62, 131, 164, 193, 245-246.

a.mlf., , I, 47, 49, 52-53.

İbn Rüşd, el-Keşf ʿan menâhici’l-edille, Beyrut 1402/1982, s. 47, 54-57, 62-63.

, XX, 138-139.

a.mlf., el-Meṭâlibü’l-ʿâliye (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkā), Beyrut 1407/1987, I, 239.

a.mlf., Meʿâlimü uṣûli’d-dîn (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Kahire, ts. (Mektebetü’l-külliyyâti’l-Ezheriyye), s. 24.

Âmidî, el-Beyân (nşr. H. Mahmûd eş-Şâfiî), Kahire 1403/1983, s. 89.

Tûsî, Telḫîṣü’l-Muḥaṣṣal, Tahran 1359/1980, s. 66-68.

İbn Teymiyye, Muvâfaḳatü ṣaḥîḥi’l-menḳūl, Beyrut 1405/1985, I, 44, 51, 53, 77, 78, 156.

a.mlf., Derʾü teʿârużi’l-ʿaḳl ve’n-naḳl (nşr. M. Reşâd Sâlim), Riyad 1399/1979, I, 175, 183, 198-200; V, 277, 278, 328-332, 335.

a.mlf., Naḳżü’l-manṭıḳ, Kahire 1951, s. 165.

, I, 35; III, 20, 52-53.

, I, 25.

Cürcânî, et-Taʿrîfât, Beyrut 1403/1983, s. 104.

a.mlf., , I, 131-156.

, s. 42, 46, 47, 50, 349.

Süyûtî, İʿcâzü’l-Ḳurʾân (nşr. Ali M. el-Bicâvî), Kahire 1973, I, 456.

, I, 141.

, II, 492-497.

İsmâil Hakkı Bursevî, Furûḳu Ḥaḳḳī, İstanbul 1308, s. 144, 147.

, s. 45-46, 59.

, III, 226; X, 434; XI, 364-365, 456.

Ali Abdülfettâh el-Mağribî, İmâmü Ehli’s-sünne ve’l-cemâʿa Ebû Manṣûr el-Mâtürîdî ve ârâʾühü’l-kelâmiyye, Kahire 1405/1985, s. 72-73.

Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi: Giriş, İstanbul 1981, s. 72-73.

Ali eş-Şâbî, Müşkiletü efʿâli’l-ʿibâd (el-Muʿtezile beyne’l-fikr ve’l-ʿamel içinde), Tunus 1979, s. 70.

Ebû Lübâbe Hüseyin, Mevḳıfü’l-Muʿtezile mine’s-sünne (a.e. içinde), s. 113, 126.

Yusuf Şevki Yavuz, Kur’ân-ı Kerîm’de Tefekkür ve Tartışma Metodu, İstanbul 1983, s. 22, 26, 126-135, 184-194.

a.mlf., İslâm Akaidinin Üç Şahsiyeti, İstanbul 1989, s. 95.

Abdurrahman Habenneke el-Meydânî, Ḍavâbitü’l-maʿrife, Dımaşk 1408/1988, s. 25, 298-304.

T. J. de Boer, “Kıyâs”, , VI, 780-785.

S. van den Bergh, “Dalīl”, , II, 101-102.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1994 yılında İstanbul’da basılan 9. cildinde, 136-138 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız. Bu bölüm en son 09.11.2023 tarihinde güncellenmiştir.
2/2
Müellif: ALİ BARDAKOĞLU
DELİL
Müellif: ALİ BARDAKOĞLU
Web Sitesi: TDV İslâm Ansiklopedisi
Yayımcı: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi
Baskı Tarihi: 1994
Son Güncelleme Tarihi: 09.11.2023
Erişim Tarihi: 28.11.2024
Web Adresi:
https://islamansiklopedisi.org.tr/delil#2-fikih
ALİ BARDAKOĞLU, "DELİL", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/delil#2-fikih (28.11.2024).
Kopyalama metni

FIKIH. Fıkıh usulü ile mantık ve kelâm ilimlerinin yakın münasebeti sebebiyle İslâm hukukunda delilin tanımı için bu ilimlerin tanım ve kavramlarından geniş ölçüde faydalanılmıştır. Delilin İslâm hukukunda biri geniş, diğeri dar olmak üzere iki tanımı vardır. İslâm hukukçularının çoğunluğuna ve bilhassa fukaha ekolüne mensup usulcülere göre delil, “üzerinde doğru düşünmek suretiyle haberî bir sonuca (matlûb-ı haberî) ulaşılması mümkün olan şey”dir. Delil ile ulaşılan bilgi kat‘î olabileceği gibi zannî de olabilir. Bu delilin geniş kapsamlı tanımıdır. Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, Gazzâlî, Fahreddin er-Râzî, Seyfeddin el-Âmidî, Beyzâvî gibi kelâm ekolüne mensup usulcüler ise ilim-zan ayırımı yaparak kat‘î bilgiye (ilim) ulaştırana delil, zannî bilgiye ulaştırana da emâre demeyi tercih etmişlerdir. Bu takdirde delil daha dar kapsamlı olarak “üzerinde doğru düşünüldüğünde haberî sonucu bilmeyi sağlayan şey” şeklinde tanımlanabilir. Delilin tarifinde yer alan “haberî sonuç” tabiriyle doğrulanabilir (tasdikî) bilgiler kastedilir ve mantıktaki “tasavvur” kavramı tarifin dışında bırakılmak istenir. İslâm hukuku açısından ifade edilecek olursa tarifte geçen haberî sonuçtan maksat şer‘î hükümdür. Böylece delil daha açık bir ifadeyle “şer‘î ve amelî bir hükme götüren şey” tarzında tarif edilebilir. Bunun için de İslâm hukukçuları hem şer‘î hükmün çıkarıldığı aslı, hem de şer‘î hüküm elde etmede kullanılan yöntem ve genel prensipleri delil olarak adlandırırlar. Nitekim asıl ve delil kelimelerinin zaman zaman eş anlamlı olarak kullanılması, usûl-i fıkhın da “fıkhın delilleri” olarak anlaşılması bunu teyit eder (Ebû İshak eş-Şîrâzî, I, 161).

Şer‘î hükümle şer‘î delil arasında sıkı bir bağ mevcut olup dinî literatürde şer‘î delil (çoğulu edille-i şer‘iyye) denilince İslâm şeriatına ait hükümlerin doğrudan veya dolaylı olarak elde edildiği tafsîlî ve icmâlî deliller anlaşılır. Esasen İslâm hukukunun da ana konusu, bir bakıma şer‘î hükümle şer‘î delilden ve bu ikisi arasındaki bağdan ibarettir. Tafsîlî, diğer bir ifadeyle cüz’î deliller, özel bir meseleyle ilgili belirli bir şer‘î hükmü bildiren delillerdir. Meselâ domuz etinin, kendiliğinden ölen hayvanın etinin haramlığını bildiren (el-Mâide 5/3), boşanan kadının iddet süresinden bahseden (el-Bakara 2/231), miras paylarını belirleyen (en-Nisâ 4/11-12) âyetler, ortak ve komşunun şüf‘a hakkından söz eden hadisler (Buhârî, “Şüfʿa”, 1; Şevkânî, V, 372-378), münferit konularda şer‘î hüküm bildirmeleri bakımından birer tafsîlî delildir. İcmâlî deliller ise şer‘î hükümlerin genel kaynaklarıdır. Bunlar da ilk planda “edille-i erbaa” veya “edilletü’l-ahkâm” denilen kitap, sünnet, icmâ ve kıyastır. Sahâbe sözü, istihsan, istislâh gibi diğer icmâlî deliller bu dört ana delilin kapsamına dahil edilir. Söz konusu dört delil, bir bakıma bütün şer‘î delilleri temsil eden ve bütün şer‘î hükümlerin kaynağını oluşturan bir konumda görüldüğünden, İslâm hukukunda ele alınan her konu ve varılan her hüküm mümkün olduğu ölçüde bu dört delille ayrı ayrı desteklenmek istenir.

Muhtelif usul ve fürû kitaplarında “bizim delilimiz, bu meselenin delili” gibi ifadelere sık sık rastlanır. Bu ifadelerle çok defa şer‘î hükme kaynaklık eden tafsîlî delil, bazan da icmâlî ve küllî delil veya bunlardan hüküm elde etmede kullanılan metot ve kaideler kastedilir. Hatta zaman zaman delil ile, yeni bir hükme götüren veya onu destekleyen belli ölçüde doğrulanmış bir önceki hüküm ve önermelerin kastedildiği de olur. Bu son anlayış delilin mantık ilmindeki tanımına da uygundur. Diğer bir ifadeyle delil ile ulaşılan sonuç başka yeni bir sonuç için delil olabilmekte ve bu ileriye doğru böylece devam etmektedir. Âyet ve hadislerin fıkhî meselelerde delil olarak anılması ve kullanılmasının yanı sıra âyet ve hadislerden hüküm elde etmede kullanılan istihsan, istislâh, sedd-i zerâi‘, örf, aslî ibâha, ihtiyat gibi metot ve kaidelerin de delil olarak adlandırılması bu sebepledir. Çünkü hukukçu burada, bu nevi yöntem ve usul kurallarını yeni bir hükme götüren bir araç olarak değerlendirmektedir.

Şer‘î delillerin en çok bilinen ayırımlarından birisi de naklî-aklî veya sem‘î-aklî ayırımıdır. Naklî deliller, oluşumunda müctehidin katkısı olmayıp şâri‘den nakledilen şer‘î asıllardır. Bunlar da Kitap ve Sünnet’ten ibarettir. Bu ikisi, sadece doğru haber verenden işitilmekle bilinmesi sebebiyle “sem‘î deliller” diye de anılır. İslâm öncesi şeriatlar da netice itibariyle Kur’an ve Sünnet’in bilgi vermesine dayandığından bu iki delil içerisinde mütalaa edilir. Diğer delillere gelince, naklî delilin tanımında şâri‘den nakledilmesi, oluşumunda müctehidin (aklın) rolünün bulunmaması, nakil yoluyla bilinebilmesi gibi kısmen farklı kriterler kullanılmakta, bu sebeple de icmâ, sahâbe sözü ve örfün naklî delil sayılıp sayılmaması benimsenen kriterlere göre değişebilmektedir. Naklî delil, “müctehidin, bir diğer ifadeyle aklın katkısı olmadan şâri‘den nakledilmiş olması” ölçüsüyle tanımlandığında sadece Kitap ve Sünnet’in naklî delil sayılması mümkün olur. Hatta Hz. Peygamber’in kendi ictihadına dayanan bazı sünnet nevilerinin naklî delil sayılmaması bile düşünülebilir. Bunun yanında bir nevi kolektif ictihad ve ümmetin ortak kabul veya reddi niteliğini taşıyıp oluşumunda re’y ve ictihadın ağırlık kazandığı icmâ ile sahâbenin ictihadî görüşü mahiyetindeki sahâbe sözünün naklî delil sayılması doğru olmaz. Fakat naklî delil ile “hukuk ekollerinin oluşum dönemine kadar nakil yoluyla aktarılan bilgi kaynakları” kastediliyorsa, o takdirde sahâbe ve tâbiîn icmâını, sahâbe sözünü, hatta nassın üzerine bina edilen Hz. Peygamber dönemi örfünü naklî delil saymak mümkündür. Öte yandan icmâın ve sahâbe sözünün naklî delil sayılması, ilk dönem icmâının ve bütünüyle sahâbe sözlerinin sonrakilerce tartışılmasını önleme, Kur’an ve Sünnet’in açık bıraktığı yerde bu iki kaynağın ümmeti birleştirici bir rol üstlenmesini sağlama gibi bir amaçla da izah edilebilir.

Aklî deliller ise naklî delil ile bağlantılı olmakla birlikte aklî muhakeme ve beşerî yorumun ağırlıkta olduğu, oluşmasında müctehidin katkısının bulunduğu delillerdir. Diğer bir ifadeyle şer‘î-aklî delil, müctehidin naklî delillerin dolaylı ifadelerini, genel ilke ve amaçlarını veya boş bıraktığı alanları gözeterek yeni şer‘î hükümler elde etmede kullanıldığı istidlâl metotları ve akıl yürütmeleridir. Bu zihnî faaliyetin genel adı kıyastır; re’y, ictihad, istinbat, istidlâl gibi terimler de buna yakın anlamlar taşır. İstihsan, istislâh, istishâb, sedd-i zerâi‘ gibi deliller bu grupta mütalaa edilir.

Şer‘î delillerin naklî-aklî ayırımı, her ne kadar bunların elde ediliş ve oluşum tarzına bağlı görünüyorsa da yeteri kadar net değildir. Üstelik bu ayırımın önemli sonuçları da yoktur. Çünkü her bir grubun diğeriyle sıkı bir ilişkisi vardır. Nitekim Kur’an ve Sünnet’in ibtidâen delil olarak kabulü, hükümlerinin anlaşılması ve dolaylı ifadelerinden hüküm çıkarılması aklî istidlâle ihtiyaç hissettirdiği gibi aklî delillerin de şer‘î delil grubuna girebilmesi için nakil ile özel veya genel bir bağlantısının bulunması gerekir. Bu bakımdan aklî delilleri, nakil tarafından müsaade edilmiş ve muteber addedilmiş olmaları, naklin ilke ve amaçlarına dahil bulunmaları veya naklî delilleri işletme aracı olmaları gibi gerekçelerle nakil çerçevesinde düşünmek mümkün olduğu gibi bütün naklî delilleri genel yöneliş itibariyle kitaba irca edip Kur’an’ı “aslü’l-usûl” olarak nitelendirmek mümkündür (Gazzâlî, I, 100; Şâtıbî, III, 41-42).

Şer‘î delillerin bir başka ayırım ve derecelendirmesi de sübût ve delâlet yönündendir. Kur’an’ın Allah’tan Peygamber’e gelişinde ve bizlere kadar naklinde hiçbir şüphe ve kesinti olmadığından bütün âyetler sübût yönünden yani kaynağına aidiyetleri bakımından kat‘îdir. Hadisler ise belli türleri hariç sübût yönünden genelde zannîdir. Bu ayırımların sonucu olarak naklî deliller sübûtu ve delâleti kat‘î, sübûtu kat‘î delâleti zannî, sübûtu zannî delâleti kat‘î, sübûtu da delâleti de zannî şeklinde dörtlü bir ayırım ve derecelendirmeye tâbi tutulur. Bu aynı zamanda deliller ve delillerin alt türleri arasındaki hiyerarşiyi ve çatışma halinde hangisinin öncelik taşıyacağını belirlemeye de yardımcı olur. Şer‘î deliller, hükme delâletinin kuvvetine göre kat‘î ve zannî şeklinde ikiye ayrılır. Kendisinden şer‘î bir hükmün açıkça anlaşıldığı ve başka türlü anlaşılmasının doğru olmayacağı deliller delâleti kat‘î, dolaylı şekilde hüküm bildiren, yorum ve izaha muhtaç olanlar da delâleti zannî delillerdir. Kur’an ve Sünnet’te her iki nevi delil mevcuttur. Hatta bir âyet veya hadis bir yönden kat‘î, diğer yönden zannî delâlete sahip olabilir. Kıyas ve diğer aklî delillerin şer‘î hükme delâletleri ise daima zannîdir. Fıkıh usulünde delâletin tanımı ve nevileriyle ilgili olarak yer alan ayrıntılara ve delil-medlûl ilişkisine paralel olarak delil daha birçok açıdan farklı ayırım ve adlandırmalara tâbi tutulabilir. Meselâ Ebü’l-Velîd el-Bâcî sem‘î delillerin asl, ma‘kulü’l-asl, istishâbü’l-hâl şeklinde üçlü ayırımından (İḥkâm, s. 187), İzzeddin İbn Abdüsselâm lafzî deliller-mânevî deliller şeklinde ikili ayırımdan söz eder (el-İmâm, s. 81-82). Yine fıkıh usulünde yer alan ibare, işaret, delâlet ve iktizâ ile delâlet; mantûk ve mefhûm ile delâlet; mutabakat, tazammun ve iltizam ile delâlet ayırımları da delilin benzeri ayırım ve adlandırmalara tâbi tutulmasını mümkün kılmaktadır (bk. DELÂLET).

Kitap ve Sünnet’in şer‘î delil olarak kabulünde görüş birliği vardır. İcmâ ve kıyas da büyük çoğunluğa göre şer‘î delildir. Bu dört delil usul kitaplarında “şeriatın asılları” (usûlü’ş-şer‘) olarak anılır. Bununla birlikte sadece Kitap ve Sünnet’i veya kitap, sünnet ve icmâı kabul edip kıyası daha tâlî ve farklı bir konumda ele almak da mümkündür. Bu yaklaşım tarzı ise kıyasın bir delilden ziyade diğer üç delilden hüküm elde etme (istismar, istinbat) metotlarından biri sayılmasıyla veya ilk üç delilin kat‘î, kıyasın ise zannî delil kabul edilmesinden kaynaklanan derece farklılığının gösterilmesi gayretiyle izah edilebilir (Ebû İshak eş-Şîrâzî, I, 162-163; Pezdevî, I, 1920; Gazzâlî, I, 5-6; II, 228). Delillerin asl-ma‘kūlü’l-asl şeklindeki ayırımında da “asl” ile kitap, sünnet ve icmâ “ma‘kūlü’l-asl” ile lahnü’l-hitâb, fahve’l-hitâb, ma‘ne’l-hitâb (kıyas), istidlâl bi’l-hasr gibi, naslardan hüküm çıkarmada kullanılan dil ve mantık kuralları ve akıl yürütme metotları kastedilir (Bâcî, s. 187). Buna karşılık bu ilk üç delile kıyas ve istidlâli ayrı ayrı ilâve edip şer‘î delilleri beş olarak gösterenlerse (Âmidî, I, 145; İbn Hâcib, s. 45; Sübkî, I, 29) kıyası daha dar ve teknik anlamda alıp kıyas dışındaki diğer aklî delil ve metotları istidlâl başlığı altında toplamak isterler. Bütün bu tasnifler, şer‘î deliller arası hiyerarşiyi ve İslâm hukukçularının hüküm verirken gözettikleri sırayı ana hatlarıyla ortaya koymaktadır. Bununla birlikte gerek bu delillerin mahiyet ve kapsamını tesbitte, gerekse naklî delillerden hüküm elde etme kaide ve metotları olan aklî delillerin delil olarak kabulü, kullanımı, derecelendirilmesi ve hatta adlandırılmasında hukukçular ve hukuk ekolleri arasında zaman zaman ciddi görüş ayrılıkları olmuştur. Bu da İslâm hukuk doktrininde yer alan zengin görüş farklılıklarının önemli bir sebebini teşkil eder.

Kitap ve bunun etrafında kademe kademe yer alan diğer şer‘î deliller, netice itibariyle insanlığa doğru yolu gösterme, selim aklın ve fıtratın da gerektirdiği bir hayat tarzını tesis etme, ferdî ve sosyal dengeyi ve düzeni sağlama gibi gayelere mâtuftur. Bu sebeple şer‘î deliller hem kendi içinde bir bütünlük ve tutarlılık arzeder, hem de aklıselimle, fıtratla, insanlığın ortak ideal ve değerleriyle tam bir uyum gösterir. Deliller arasında, nakil ile akıl arasında gerçekte çatışma yoktur. Bir çatışma gözüküyorsa bu sübjektif bakış açılarına, çatışan delillerden birinin yanlış algılanmasına ve değerlendirilmesine bağlanmalıdır.

Delil bilhassa muâmelât hukukunda, terim anlamından çok sözlük anlamıyla bağlantılı olarak, “bir şeyi bilmeye yarayan alâmet ve karîne” mânasında da kullanılır. Nitekim Mecelle’de yer alan, “Bir şeyin umûr-ı bâtınada delili o şeyin makamına kāim olur” (md. 68) ifadesinde sözü edilen delil, doğrudan ve açıkça bilinmesi mümkün olmayan bir hususta zannî de olsa belli bilgi ve kanaate ulaştıran dolaylı bilgi kaynaklarını, emâre ve karîneleri, hatta illet-i zâhireyi de içine alacak kadar geniş bir anlam taşır. Meselâ belli davranış nevilerinin borçlar veya ceza hukukunda rızâya, vazgeçmeye, izin ve icâzete, kasıt ve taammüde delil sayılması böyledir.

Muhakeme hukukunda ispat vasıtalarına genel olarak delil denilmesi, kuvvet derecelerine göre kat‘î delil, zannî/takdirî delil gibi ayırım ve adlandırmaların yapılması mümkünse de bu alanda delilden ziyade beyyine, karîne, şâhitlik, ikrar, nükûl gibi terim ve özel adlandırmaların kullanımı yaygınlık kazanmıştır.


BİBLİYOGRAFYA

, I, 492-498.

Buhârî, “Şüfʿa”, 1.

Ebü’l-Hüseyin el-Basrî, el-Muʿtemed (nşr. Muhammed Hamîdullah), Dımaşk 1384-85/1964-65, I, 910; II, 690-692.

, s. 171-187.

Ebû İshak eş-Şîrâzî, Şerḥu’l-Lümʿa (nşr. Abdülmecîd et-Türkî), Beyrut 1988, I, 155-163; II, 755, 1001.

, I, 19-20.

, I, 5-6, 100; II, 228.

Fahreddin er-Râzî, el-Maḥṣûl, Beyrut 1408/1988, I, 15, 51-52.

Seyfeddin el-Âmidî, el-İḥkâm fî uṣûli’l-aḥkâm, Kahire 1387/1968, I, 11-12, 145-146.

İbn Hâcib, Müntehe’l-vüṣûl ve’l-emel, Beyrut 1985, s. 4, 45.

İzzeddin İbn Abdüsselâm, el-İmâm fî beyâni edilleti’l-aḥkâm (nşr. Rıdvân Muhtâr), Beyrut 1407/1987, s. 81-82.

Beyzâvî, Minhâcü’l-vüṣûl fî ʿilmi’l-uṣûl, Beyrut 1984, I, 18-40.

, I, 29-46, 124-129.

, III, 15-85.

, md. 68.

, V, 372-378.

Hudarî, Uṣûlü’l-fıḳh, Kahire 1389/1969, s. 14-18, 205-209.

Abdüllatîf Abdülazîz el-Berzencî, et-Teʿâruż ve’t-tercîḥ beyne’l-edilleti’ş-şerʿiyye, Bağdad 1977, I, 173-239.

Abdülkerîm Zeydân, el-Vecîz fî uṣûli’l-fıḳh, Beyrut 1987, s. 11-12, 147-151.

Ahmed ez-Zerkā, Şerḥu’l-ḳavâʾidi’l-fıḳhiyye, Dımaşk 1989, s. 345-347.

Zekiyyüddin Şa‘bân, İslâm Hukuk İlminin Esasları (trc. İ. Kâfi Dönmez), Ankara 1990, s. 39-43.

A. J. Wensinck, “Kıyâs”, , VI, 785-786.

S. van den Bergh, “Dalīl”, , II, 101-102.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1994 yılında İstanbul’da basılan 9. cildinde, 138-140 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız. Bu bölüm en son 09.11.2023 tarihinde güncellenmiştir.
TDV İslâm Ansiklopedisi'nden rastgele bir madde okumak ister misiniz?
BAŞKA BİR MADDE GÖSTER