- 1/7Müellif: T. AHMET ERTEKBölüme GitAdaları ile birlikte yüzölçümü 44.391.163 km2 olan Asya, alan itibariyle yeryüzündeki karaların üçte birini teşkil eder. Kuzey ve Güney Amerika’nın to...
- 2/7Müellif: TUNCER GÜLENSOYBölüme Git7. Dil. Yapılan istatistiklerden yeryüzünde 2796 dil konuşulduğu anlaşılmış ve bu diller yirmi altı ana grupta toplanmıştır. Bu gruplardan Altay, Çin-...
- 3/7Müellif: SARGON ERDEMBölüme GitII. TARİH 1. İslâm Öncesi Dönem. Asya adı Grek mitolojisinden alınmıştır. Eski Yunanlılar, denizler tanrısı Okeanos ile denizin bereketi Tethys’in kız...
- 4/7Müellif: İBRAHİM KAFESOĞLUBölüme Git2. İslâm Öncesi Türk Devletleri. Türkler milâttan önce IV. yüzyılda, kuzeybatı Çin ile Orhon ırmağı arasındaki sahada, Çin yıllıklarında Hiung-nu (Tür...
- 5/7Müellif: ABDÜLKERİM ÖZAYDINBölüme Git3. İslâmî Dönem. İslâm dininin Arabistan’da ortaya çıkışı (610) dünya tarihinde, özellikle de Asya tarihinde önemli bir dönüm noktası teşkil eder. İsl...
- 6/7Müellif: DAVUT DURSUNBölüme Git4. Sömürgecilik Dönemi ve Bağımsızlık. Avrupalılar’ın ticarî, iktisadî, dinî, siyasî ve diğer sebeplerle Asya kıtası ile ilgilenmeleri eski tarihlere ...
- 7/7Müellif: RIZA KURTULUŞBölüme GitIII. KITADA İSLÂMİYET Asya İslâm dininin doğduğu ve en fazla müslümanın yaşadığı kıtadır. Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicret etmesi (622) İslâ...
https://islamansiklopedisi.org.tr/asya#1
Adaları ile birlikte yüzölçümü 44.391.163 km2 olan Asya, alan itibariyle yeryüzündeki karaların üçte birini teşkil eder. Kuzey ve Güney Amerika’nın toplam yüzölçümlerinden daha büyük olan Asya’nın yüzölçümü Avrupa’nınkinden dört kat fazladır. Ana karanın tamamı kuzey yarı kürededir; sadece Endonezya adaları ekvatorun güneyinde yer alır. Kıta 83° kuzey (Kuzey Buz denizindeki Komsomolets adası) ile 11° güney (Endonezya’daki Roti adası) enlemleri ve 26° doğu (Anadolu’daki Bababurnu veya Gökçeada’nın batısındaki Avlakaburnu) ile 171° batı (Çukçi yarımadasındaki Dejnev Burnu) boylamları arasında uzanır. Asya kıtası kuzeyden Kuzey Buz denizi, doğudan Büyük Okyanus, güneyden Hint Okyanusu, batıdan ise kuzeyden güneye doğru Ural dağları, Emba nehri, Hazar denizi, Kura ve Ryon ırmakları, Karadeniz, Marmara denizi, Ege denizi, Akdeniz, Süveyş Kanalı ve Kızıldeniz ile sınırlıdır. Kıtanın doğu-batı uzunluğu 11.000 kilometreyi, kuzeyi ile güneyi arası 8500 kilometreyi ve kıyılarının uzunluğu da 70.000 kilometreyi bulur.
I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA
1. Yüzey Şekilleri. Genellikle dağlık ve yaylalık olan Asya kıtasının (ortalama yükseklik 950 m.) yüzey şekilleri, ortadaki yüksek dağlık alan ile bunun kuzey ve güneyinde kalan düz alanlar olarak belirlenebilir. Kıtanın kuzeyindeki düzlükler yüksekliği az ovalar ve platolar görünüşündedir. Kuzey Asya düzlükleri adını verebileceğimiz bu alanlar, uzun jeoloji devirleri boyunca aşınıp düzleşmiş sahalardır. Kuzey Asya düzlükleri Batı Sibirya ovası, Batı Türkistan düzlükleri, Kazakistan eşiği ve Orta Sibirya platosu gibi ünitelere ayrılabilir. Bunlardan Yenisey nehrinden Ural dağlarına kadar uzanan Batı Sibirya ovası ile ondan Kazakistan eşiği ile ayrılmış bulunan Batı Türkistan düzlüklerinin zemini son derece düz ve alçaktır. Kuzey Buz denizi kıyılarından 2000 km. kadar içeride bulunan Barnaul şehrinde deniz seviyesinden yüksekliğin sadece 109 m. olması ve yine yüksekliğin Kurgan ile Novosibirsk şehirleri arasındaki 1200 kilometrelik bir mesafede demiryolu hattı boyunca 150 metrenin üzerine çıkmaması, Batı Sibirya ovalarının ne kadar düz olduğunu gösteren işaretlerdir. Batı Türkistan da aynı şekilde alçak alanlardan meydana gelmiştir ve yüzölçümünün büyük bir kısmı Karakum ve Kızılkum gibi çöllerle kaplıdır. Batı Sibirya ovası ile Batı Türkistan’ı birbirinden ayıran Kazakistan eşiği, ortalama yüksekliği 200 ile 450 m. arasında değişen dalgalı bir plato görünümündedir. Yenisey ve Lena ırmakları arasında bulunan merkezî Sibirya platosunda ise yükseklik 600-700 m. kadar çıkar.
Asya’nın orta kesimini kaplayan sıradağlar genellikle jeolojinin Tersiyer dönemine ait genç kıvrım dağlarıdır. Bu sıradağlar yer yer birbirinden ayrılır ve aralarına havzalar, platolar, ovalar girer; yer yer ise farklı sıralar düğümlenerek Pamir’de olduğu gibi çok yüksek dağlık alanlar meydana getirir. Asya’nın dağlık kuşağı batıda Anadolu’nun kuzey ve güneyini kuşatan dağlarla başlar. Bunlardan kuzeydekilere Kuzey Anadolu dağları, güneydekilere Toroslar adı verilir. Her ikisinin arasına yüksek İç Anadolu platoları girer. Anadolu’nun doğusunda bir biri ile düğümlenen iki sıra, İran’da tekrar ayrılarak bu ülkenin kuzeyini ve güneyini takip eden Elburz ve Zağros dağlarını meydana getirirler. Kuzeydeki Elburz dağları ile güneydeki Zağros dağları arasına İran platoları girmekte ve bu platoların uzantısı Afganistan sınırları içinde de devam etmektedir. İran’dan sonra kuzey kolun temsilcileri Hindukuş dağları, güney kolun temsilcileri Süleyman dağlarıdır ve bunlar da Pamir’de düğümlendikten sonra tekrar birbirinden ayrılan sıralar oluştururlar. Pamir’den kuzeydoğuya doğru yönelen dağlardan Tanrı dağları ve Altaylar, temelinde Tersiyer kıvrımlarından önceki kıvrımlara ait bazı çekirdekler bulunan ve Tersiyer’deki Alp hareketleriyle yeniden kıvrılıp yükselen dağlardır. Bunlar kuzeydoğuya doğru çeşitli adlarla tanınan dağlar halinde Kamçatka’ya kadar uzanırlar. Adı geçen dağlar arasında Doğu Türkistan ve Cungarya gibi havzalarla Gobi çölü gibi çöller yer alır. Pamir düğümünden doğu ve güneydoğuya doğru ilerleyen dağ sıraları Altındağları, Karanlıkdağlar ve Himalayalar’ı meydana getirir. Bunların arasına da en büyükleri Tibet yaylası olan yüksek düzlükler girer. Himalaya sıradağlarında, başta 8884 m. yüksekliğindeki Everest olmak üzere zirveleri 8000 metrenin üstünde birçok dağ bulunur. Tibet’in doğusunda bütün sıradağlar bir bütün halinde güneydoğuya kıvrılıp Çinhindi yarımadasının dağlarını meydana getirirler ve buradan da Asya’nın güneydoğusundaki adalara geçerler.
2. İklim ve Bitki Örtüsü. Asya kıtası kuzeyde kutuplara yakın bir kesimden başlayıp güneyde aşağı yukarı ekvatora kadar devam ettiğinden, çok soğuk tiplerden çok sıcak tiplere kadar iklim kuşaklarının tamamını içine alır. Ayrıca yüzey şekillerinin uzanışı, yükseklik, denize olan uzaklık ve yakınlık gibi coğrafî faktörlerin etkisiyle de kıtanın iklim tipleri çeşitlenir. Bununla birlikte Asya kıtasında iklimler Sibirya iklimi, Akdeniz iklimi, çöl iklimi ve muson iklimi olmak üzere dört ana tipe ayrılabilir. Sibirya ikliminin belirgin karakteri kış mevsiminin son derece soğuk geçmesidir. Meselâ Sibirya’nın doğusunda bulunan Oymyakon’da termometrenin -78 dereceyi gösterdiği olmuştur. Sibirya’da yağış azdır ve yıllık yağış miktarı bölgenin büyük bir kısmında 250 milimetrenin altındadır; kar da az yağar, fakat çok uzun süre yerde kalır. Sibirya’da doğal bitki örtüsü tundralar ve tayga ormanları şeklindedir.
Kıtanın güneybatısının büyük bir bölümünde Akdeniz iklimi hüküm sürer. Yazların sıcak ve kurak, kışların ılık ve yağışlı geçtiği bu iklim tipinin yaygın olduğu sahalarda alçak kesimlerin bitki örtüsünü Akdeniz ikliminin tanıtıcısı olan maki toplulukları meydana getirir. Maki toplulukları bazı kesimlerde aslî bitki örtüsü halinde bulunurken bazı kesimlerde ormanın tahribi sonucunda onun yerini almıştır. Çöl iklimi Asya’nın iç kesimleriyle Güneybatı Asya’da görülür. Bu bölgelerdeki çöllerden Güneybatı Asya’da bulunanlar sıcak, Asya’nın iç kesimlerinde bulunanlar ise soğuk gruba girerler. Soğuk çöllere bu adın verilmesi, bu çöllerde kış soğuklarının meselâ Türkistan ve Moğolistan’dakilerde olduğu gibi çok soğuk geçmesindendir. Çöller genellikle tabii bitki örtüsünden yoksun kesimlerdir. Muson iklimi, Asya’nın Pakistan’dan Japonya’ya kadar uzanan geniş bir bölümünü içine alır. Bu iklimin hüküm sürdüğü alanlarda genellikle kışlar kurak, yazlar ise yağışlı geçer. Doğal bitki örtüsü gür ve çok çeşitlidir.
3. Akarsular ve Göller. Asya’nın ortasında büyük bir kısım, okyanuslara sularını göndermeyen kapalı havza durumundadır. Buradaki akarsular ya Amuderya ve Siriderya ırmaklarında olduğu gibi göllerde sona ermekte veya Doğu Türkistan’daki bazı akarsularda olduğu gibi buharlaşma ve sızmanın sebep olduğu bir fakirleşmeye uğrayarak gittikçe zayıflayıp çöllerin ortasında tükenmektedir. Doğu Türkistan’da bulunan ve Taklamakan çölünde kaybolan Tarım ırmağı ikinci tipin başlıca örneğini teşkil eder. Sularını okyanuslara ulaştıramayan bu kapalı havzanın çevresinde Kuzey Buz denizine, Büyük Okyanus’a ve Hint Okyanusu’na yönelen akarsular bulunmaktadır. Sibirya’nın geniş düzlüklerinde akan Obi, Yenisey ve Lena Kuzey Buz denizine yönelen akarsuların en büyükleridir. Lena nehrinin doğusundaki topografya şartları, Batı Sibirya’dakilere oranla daha kısa akarsuların teşekkülüne imkân vermektedir. Kıtanın doğu kesimindeki topografya şartları da büyük nehirlerin Büyük Okyanus’a yönelmesini sağlamıştır. Bunların en önemlileri Amur, Hoang-ho ve Yangçe’dir. Hint Okyanusu’na ulaşan ırmakların en önemlileri ise Himalayalar’dan inen İndüs ile Ganj’dır; ayrıca Anadolu topraklarından çıkan Dicle ve Fırat nehirleri de Basra körfezine dökülmek suretiyle Hint Okyanusu havzasına ulaşmış olurlar. Dünyanın en büyük gölleri de Asya kıtasında bulunmaktadır. Hazar denizi ve Aral gölü bunların başında gelir. Balkaş gölü, Baykal gölü, Isık Göl ve deniz seviyesinden 394 m. alçakta bulunan Lut gölü (Ölüdeniz) kıtanın diğer önemli gölleridir.
4. Nüfus. Karaların üçte birini teşkil eden Asya kıtasında dünya nüfusunun yarıdan fazlası yaşamaktadır. 1989 rakamlarına göre kıtanın toplam nüfusu 3.104.000.000 idi. Ortalama nüfus yoğunluğu 50/km2 civarında olan kıtanın, Sibirya’nın birçok kesimleriyle Orta Asya ve Arabistan çölleri gibi bazı bölgelerinin tamamen boş denecek kadar seyrek nüfuslu olmasına karşılık, coğrafyacıların Musonlar Asyası adını verdikleri doğu ve güneydoğu kesimlerinde nüfus çok kalabalıktır. Hatta Asya nüfusunun yaklaşık onda dokuzu buralarda yaşar ve bölgede Hindistan, Çin ve Cava’nın bazı kısımlarında nüfus yoğunluğunun 1000 kişiyi aştığı görülür. Asya’da yaşayan nüfus toplulukları ten rengine göre “beyaz ırk”, “sarı ırk” ve “siyah ırk” olmak üzere üç grupta toplanabilir. Asya’da beyaz ırkın yaşama sahası Arabistan yarımadası, Anadolu, Kafkaslar, İran, Afganistan, Hindistan yarımadasının kuzey bölümü ve Orta Asya’dır. Sarı ırka mensup insanlar nüfusun büyük çoğunluğunu oluştururlar; Koreliler, Japonlar ve Çinliler sarı ırkın temsilcileridir. Siyah ırkın mensupları ise Asya’nın güneyinde küçük alanlara dağılmış vaziyette bulunurlar.
5. Din. Asya kıtası İslâmiyet, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi semavî dinlerin doğduğu ve Hinduizm, Budizm, Taoizm, Şintoizm, Konfüçyüsçülük gibi çok tanrılı dinlerin ortaya çıktığı yerdir. Bu sebeple gerek semavî dinler (özellikle İslâmiyet), gerekse çok tanrılı dinler eskiden olduğu gibi Asya kıtasındaki milletlerin sosyoekonomik, politik ve psikolojik durumları üzerinde etkilerini sürdürmektedirler.
Güneybatı Asya. Asya’nın bu bölgesinde diğer bölgelerindeki gibi dinî bir çeşitlilik göze çarpmaz. Semavî dinlerin sonuncusu olan İslâmiyet’in VII. yüzyılda Arap yarımadasında doğması ve kısa zamanda bölgeyi kaplaması böyle bir çeşitlenmeyi ortadan kaldırmıştır. İslâm Asya’nın bu bölgesinde Batı’da Mısır sınırı ve Anadolu yarımadasından doğuda Hindistan sınırına kadar olan bölgede mutlak hâkim dindir. Bu sınırlar içerisinde bulunan ülke nüfuslarının % 90’dan fazlası müslümandır. Müslümanlar sadece İsrail’de azınlık, Lübnan’da ise nüfusun % 60 kadarını teşkil etmektedirler. Güneybatı Asya’da doğmuş diğer bir din olan Hıristiyanlık, Lübnan hariç bölgenin diğer ülkelerinde sadece dağınık küçük gruplar halinde bulunur. Yine bölgede doğmuş olan Yahudilik ise İsrail Devleti’yle dünyada tek bir devlete sahip olma özelliğini gösterir. Yahudiler de hıristiyanlar gibi bölgedeki İslâm ülkelerinde küçük cemaatler halinde yaşarlar.
Orta Asya. Hindistan’dan Tibet’e yayılan Budizm, Şamanist inançların etkisiyle ayrı bir şekil olarak Lamaizm denilen bir dini ortaya çıkardı. XIII. yüzyılda bu din Moğolistan’a yayılırken özelliklerini aynen korudu. Moğolistan’da kırsal kesimlerde de Şamanizm’in etkileri görülür. İslâmiyet ise VIII. yüzyılın ortalarında bölgeye Araplar’ın gelişiyle yayılmaya başladı ve bölgeyi uzun süre hâkimiyetine aldı. Bugün Sovyet Orta Asyası ve Çin Türkistanı’nda bulunan müslümanların sayısı oldukça fazladır. Çin ve Sovyetler’deki rejimin dinî kurumlara karşı olumsuz tutumları bölgede İslâmiyet’in gelişmesini engellemiştir.
Güney Asya. Hint yarımadası bölgede yaşayan çok tanrılı dinlerin doğduğu yerdir. Milâttan önce 2500-1500 yılları arasında Hindistan’ın kuzeybatısında ortaya çıkan Hinduizm, 670 milyona yakın nüfusuyla ülkenin tamamını kaplar. İnananları kast sistemine göre dört sınıfa ayıran Hinduizm bir etnik dindir. Bundan dolayı Hindular bu kast sisteminde doğarlar ve yaklaşık 4000 yıllık geçmişi olan Vedalar’ı kutsal kitap olarak kabul ederler. Hinduizm, Hint kültürünü büyük tesir altında bırakması sebebiyle, Hint hâkimiyetinin ulaştığı Sri Lanka ve Bali adaları gibi yerlerde de yayılmıştır.
Hint yarımadasına VIII. yüzyıldan itibaren giren İslâmiyet, özellikle Hint kast sisteminde alt tabakalarda bulunanlar tarafından benimsendi. XVI-XIX. yüzyıllar arasında Hint-Moğol Devleti’nin bölgede hâkimiyet kurmasıyla İslâmiyet Hint yarımadasında iyice etkinliğini gösterdi. XX. yüzyılda bu etkinlik yarımadada Hindular’la müslümanların arasında şiddetli çarpışmaların meydana gelmesine sebep oldu. Nihayet 1947’de müslümanların ayrılarak bir devlet kurmaları ile çatışma bir dereceye kadar önlenmiş oldu. Bugün Hindistan’da 92.110.000 (1989), Sri Lanka’da ise 1.270.000’e (1989) varan müslüman nüfusu sayı itibariyle hıristiyanlar, Sihler, Budist ve Caynistler takip etmektedir. Yahudilerle Zerdüştîler’in sayıları ise diğerlerine göre daha azdır.
Güneydoğu Asya. Güneydoğu Asya çeşitli dünya dinlerinin ve kültürlerinin karşılaştığı bir bölgedir. Milâdî I. yüzyıldan itibaren Hint kültürü ile birlikte Hinduizm ve Budizm bölgede yayılmaya başladı; ancak Budizm’in taraftar bulması daha kolay oldu. Bugün Burma, Tayland, Laos, Kamboçya, Güney Vietnam Budizm’in en yaygın olduğu ülkelerdir. İslâmiyet ise Arap tüccarları vasıtasıyla XIV. yüzyılda yayılmaya başladı. Günümüzde Malezya ve Endonezya’nın bulunduğu adalar grubunda İslâmlaşma önce liman şehirlerinden başladı ve zamanla bütün adaları kapladı. Aynı şekilde Filipinler’in Mindanao ve Sulu adaları İslâm’ın hâkimiyetine girdi. Bugün bu iki adada yoğunlaşan müslümanlar Filipin Devleti içinde büyük bir nüfus teşkil etmektedirler. XVI. yüzyılda İspanyollar tarafından Hıristiyanlığın götürüldüğü Filipin Devleti’nde ise büyük oranda hıristiyan yaşamaktadır. Ayrıca XIX. yüzyılda Fransız misyonerlerin çabaları ile başlayan faaliyetler sonunda bugün özellikle Güney Vietnam’da birkaç milyonluk hıristiyan topluluğu oluşmuş durumdadır. Güneydoğu Asya’da bu dinlerden başka Sihler, Animistler, yer yer Budistler azınlık dinlerine mensup olarak bulunmaktadırlar.
Doğu Asya. Çin, Japonya, Kore ve Tayvan’daki dinler genelde aynı özellikleri taşır. Çinliler atalara taparlar. Onlara göre bütün ölüler tanrıdır ve onların nesilleri tarafından ibadet edilmeye lâyıktır. Çin dinleri eski Yunan ve Hint’te olduğu gibi çok tanrılı bir sisteme dayanıyordu. Bu dinlerin başında gelen Konfüçyüsçülük önceleri bir din olmaktan çok bir ahlâk sistemi idi. Ancak sonraları tâbileri tarafından bir din haline getirildi. Konfüçyüsçülük, Taoizm ve Hint kıtasından bölgeye ulaşan Budizm Çin’in üç dinini oluştururlar. Son yüzyılda Çin’deki komünist rejimin inançlara karşı saldırıları bu dinleri karşısına aldı. Bu tavır dinlerin halk üzerindeki etkilerini azalttı. Taoizm bölgede sadece Hong Kong ve Tayvan’da varlığını sürdürdü. Bugün Çin’de Konfüçyüsçülüğün kurucusu Konfüçyüs’e karşı “büyük millî bilge” olarak saygı duyulmaktadır.
Doğu Asya bölgesindeki müslümanlar buradaki devletlerde azınlık durumunda yaşamaktadırlar. Bununla beraber Tayvan’da bulunan müslümanlar idarî kadroda görevlendirilmişlerdir. Çin’de ise doğu ve kuzeydoğu eyaletlerinde yoğun şekilde yaşayan müslümanlar arasında XVI. yüzyılda başlayan hıristiyan misyonerlerin hıristiyanlaştırma çabalarının önemli etkisi oldu. Bugün Çin’de birkaç milyon hıristiyan bulunmaktadır. Çin’deki kültür devrimi sırasında bütün ibadet yerleri kapalı idi. 1977’de hükümet dine karşı müsamahakâr olmaya başladı. 1982 anayasasında ise vatandaşlara ferdî ibadetlerini yapmaları için dinî özgürlük verildi.
Japonya’da halkın en eski dini Şintoizm’dir. XIX. yüzyılda milliyetçi unsurlarla kaynaşan Şintoizm halk ve devlet olmak üzere iki kola ayrılır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra köklü reformlara tâbi olan Şintoizm ortaya çıkan yeni değişikliklere kendini uydurdu. Japonya’da ayrıca Budizm, Taoizm ve Konfüçyüsçülük gibi dinlerin mensupları vardır. Japonya’ya Hıristiyanlığın girişi XVI. yüzyıla kadar uzanır. Ülkede bugün 1 milyonun üzerinde hıristiyan yaşamaktadır. İslâmiyet ise XX. yüzyılın başlarından itibaren ferdî gayretlerle yerleşti. Küçük bir müslüman cemaat ülkede varlığını sürdürmektedir.
Kore dinî alanda çeşitli denemelere sahne olan bir ülkedir. Taoizm, Budizm ve Konfüçyüsçülük gibi dinler burada etkili olmuş ve bugüne kadar devam etmişlerdir. XIX. yüzyıl sonunda başlayan misyoner faaliyetleri de ülkede 1 milyonun üzerinde bir hıristiyan topluluğu oluşturdu. Kore Savaşı sırasında Türk birliklerinin gayretiyle ülkeye giren İslâmiyet Japonya’da olduğu gibi bugün küçük bir cemaatle temsil edilmektedir.
Asya kıtası genelinde toplam nüfusun yaklaşık % 30’u Budizm, Konfüçyüsçülük, Şintoizm, Taoizm ve Sih dinine mensup olanlarca temsil edilirken müslümanlar % 25, Hindular % 22, hıristiyanlar da % 7’lik bir orana sahiptirler. Yahudi, Şamanist ve Bahâîler’in oranı ise % 1’den daha azdır. Geriye kalan nüfusu yerli dinlere bağlı olanlar, ateistler, hiçbir dine bağlı olmayanlar, animistler, Caynistler ve bunların dışındaki dinlere mensup olanlar teşkil etmektedir.
6. Ekonomi. Asya’da yaşayan insanların temel geçim kaynağı ziraattır. Kıta genelinde, çoğunluğun temel gıdasını teşkil etmesi ve ekim alanlarının daha geniş yer tutması bakımından pirinç ziraatı başta gelir. Pirincin hem anavatanı hem de başlıca üretim ve tüketim alanı Asya olup dünyada pirinç ekimine ayrılan toprakların % 90’ı burada, özellikle Güney ve Güneydoğu Asya’da bulunmaktadır. Hindistan, Japonya ve Çin’de pirinç ziraatı hâkimdir ve bu ziraatın kuzey sınırı genel olarak 41°-42°, Mançurya ile Japonya’nın Hokkaido adasında ise 44° kuzey enlemine kadar çıkar. Asya’da pirincin çok yetiştirildiği bölgelerde iklimin müsait olması yanında nüfusun yoğunluğu da bu ziraatı teşvik etmiş bulunmaktadır; çünkü pirinç çok işçi ve emek isteyen bir bitkidir. Kuzey Çin, Sibirya, Güneybatı Asya’da pirincin yerini buğday alır ve Asya’da en fazla bu bölgelerde yetiştirilir. Sibirya’nın doğusunda buğday ekim alanlarının kuzey sınırı 62° kuzey paraleline kadar çıkar. Sibirya’da daha çok yaz buğdayı ekilir ve dolayısıyla burada kışların sert geçmesi buğday ziraatına engel olmaz. Dünya buğday ticaretinde söz sahibi ülkelerden olan Sovyetler Birliği’nde üretimin büyük bir kısmını Asya’daki toprakları vermektedir.
Asya’nın kıtalar arası ticarette önemli yer tutan diğer tarım ürünleri arasında kauçuk, çay, pamuk, şeker kamışı ve jüt sayılabilir. Dünya kauçuk üretiminin onda dokuzunu Asya kıtası verir. Kauçuk ilk defa bu kıtanın güneydoğusunda Hollandalılar tarafından yetiştirilmiş ve öteki kıtalara Asya’dan yayılmıştır. Bugün Malezya ve Endonezya dünya kauçuk üretiminde birinci ve ikinci sırada gelmektedir. Pirinç ve kauçuk gibi çayın da anavatanı Asya’dır. İlk olarak Hindistan’ın doğusunda yetiştirilmiş ve oradan Çin’e geçmiştir. Dünya çay ekim alanlarının çoğunun Musonlar Asyası’nda bulunması bir rastlantı olmayıp bölgenin fizikî ve beşerî coğrafya şartlarının sonucudur. Asya’da Musonlar Asyası dışında çayın yetiştirildiği bölgeler pek sınırlıdır; bunlar arasında en önemlileri İran’ın Hazar denizi kıyıları ile Türkiye’nin Doğu Karadeniz kıyılarıdır. Pamuk Asya’da çok eskiden beri bilinmekte ve yeryüzünde pamuk yetiştirilen bölgelerin başında yine Musonlar Asyası gelmektedir. Meselâ Hindistan dünyada pamuk ziraatına en geniş saha ayıran ülkedir. Hindistan dışında Pakistan, Çin, Güney Kore, Sovyetler Birliği’nin Siriderya, Amuderya ve Fergana havzaları ile Taşkent çevresinde, ayrıca Suriye, Irak ve Türkiye’de de pamuk yetiştirilir. Anavatanı Asya kıtası olan tarım ürünlerinden biri de şeker kamışıdır; ilk defa Asya’nın güneyinde yetiştirilmiş ve buradan öteki kıtalara yayılmıştır. Günümüzde ise şeker kamışı ziraatı Amerika kıtasından sonra en fazla Asya’da yapılır ve özellikle Hindistan ile Bengladeş’te önem kazanır; ayrıca Çin, Burma, Tayland, Malezya, Japonya, Filipinler ve Cava’da da büyük alanlar kaplar.
Asya’nın yer altı kaynakları arasında petrol ve maden kömürü ile dünya üretiminin yarıdan çoğu bu kıtaya ait olan kalay ve yine dünya üretiminin dörtte birini oluşturan krom en önde gelenlerdir. Başlıca iki önemli petrol sahası, birbirine uzak kesimlerde bulunan Uzakdoğu ve Ortadoğu petrol sahalarıdır. Asya’nın Uzakdoğu’daki petrol sahaları Burma, Endonezya ve Japonya’da, Ortadoğu’dakilerin en önemlileri ise genel olarak Basra körfezini kuşatan ülkelerdedir. Bu iki önemli petrol sahasına Sovyetler Birliği’nin Asya topraklarındaki petrol yatakları da üçüncü saha olarak ilâve edilebilir; ayrıca Sumatra adasının Açe bölgesinde, Sahalin, Kore ve Formoza’da da petrol bulunmaktadır. Maden kömürü yatakları bakımından Asya kıtası Kuzey Amerika ile kıyaslanabilecek durumda değilse de Avrupa’ya göre daha zengin durumdadır. En önemli yataklar Sovyetler Birliği’nin Asya’daki topraklarında yer almakta, bunlardan başka Çin, Hindistan ve Japonya’da bulunanlar da Asya maden kömürü üretiminde büyük yer tutmaktadırlar. Çin’in başlıca kömür yatakları Şansi, Şensi, Kansu ve Honan kesimlerinde, Hindistan’ınkiler de Bengal’de bulunan Damodar havzasında toplanmışlardır. Japonya’nın başlıca kömür üretim bölgeleri ise Kiyuşiyu’da bulunan Miike ve Mitsuri havzalarıdır; bunlardan başka Hokaido ve Hondo’daki yataklar da büyük önem taşımaktadır. Dünya kalay üretiminde birinci olan Malezya ve üçüncü olan Tayland sebebiyle Asya dünya kalay üretiminin büyük bir kısmını elinde tutmaktadır. Asya’nın krom üretiminde söz sahibi olması da Türkiye’de ve Sovyetler Birliği’nin Asya topraklarındaki Sverdlovsk çevresiyle Kazakistan’da bulunan yataklardan ileri gelir. Demir yatakları Çin, Sibirya ve Hindistan’da yoğunlaşmıştır. Asya’nın tabii kaynaklar bakımından son derecede zengin olmasına rağmen, endüstrileşmede geç kaldığı görülmektedir. Endüstri alanında Sovyetler Birliği ve Japonya atılım yapmış ülkeler arasındadır ve bunlardan özellikle Japonya son yıllarda dünyanın endüstri alanında en ileri gitmiş memleketlerinden biri haline gelmiştir.
İlk ve Ortaçağ’larda Asya’nın iç kesimini doğu-batı yönünde boydan boya katederek Hindistan’ı Akdeniz ülkelerine bağlayan bir karayolu ile ara ara kervan yollarıyla devam eden bir deniz yolunun varlığı bilinmektedir. Asya’da yüzey şekilleri günümüzde dahi ulaşımın gelişmesine engel olmaktadır. Önemli yollar daha çok doğu-batı doğrultusunu göstermekte, başta Himalayalar olmak üzere bu yönde uzanan sıradağların varlığı kuzey-güney doğrultulu ulaşım hatlarına engel teşkil etmektedir. Kıtadaki başlıca demiryolları, kuzeyde Sibirya’dan geçen ve Moskova’yı Vladivostok’a bağlayan demiryolundan ayrılarak gelişmiştir. Güney Asya’da demiryolunun en yaygın olduğu ülke Hindistan’dır. Asya’nın güneyini ve Uzakdoğu’yu Süveyş Kanalı üzerinden Avrupa’ya bağlayan büyük denizyolları özellikle yük taşımacılığında önemli rol oynar. Havayolları gelişme halindedir. Kuzeyde Sibirya’yı boydan boya aşarak Moskova’yı Vladivostok’a bağlayan ve 1904 yılından beri faal durumda olan Sibirya demiryoluna Moskova-Kazan-Sverdlovsk-Omsk-Novosibirsk-Krasnoyarsk-Irkutsk-Vladivostok hattında çalışan bir havayolu eşlik etmektedir. Ayrıca Avrupa’yı Uzakdoğu ve Avustralya’ya bağlayan havayollarının çoğu Asya üzerinden geçmekte ve bu kıtanın önemli hava limanlarını kullanmaktadır. Tokyo’yu kuzey kutbu üzerinden geçerek Amerika’ya ve Avrupa’nın önemli merkezlerine bağlayan havayolları son yıllarda işletmeye açılmıştır. Kıtayı batı-doğu doğrultusunda geçen çeşitli ülkelere mensup uçaklar zincirine İstanbul-Singapur ve İstanbul-Tokyo seferlerinin başlamasıyla Türk uçakları da katılmış bulunmaktadır.
ASYA DEVLETLERİ | ||||
Devletin Adı | Başşehri | Yüzölçümü (km2) | Nüfusu (1989 tahmini) | Müslüman Oranı (%) |
Afganistan | Kâbil | 652.225 | 14.825.000 | 99 |
Bahreyn | Menâme | 691 | 489.000 | 95 |
Bengladeş | Dakka | 143.998 | 110.290.000 | 86,6 |
Bhotan | Thimbu | 47.000 | 1.408.000 | 5,2 |
Birleşik Arap Emirlikleri | Ebûzabî | 77.700 | 1.827.000 | 80 |
Bruney | Bender Seri Begavan | 5.765 | 232.000 | 68,6 |
Burma | Rangon | 676.577 | 251.000 | 7,2 |
Çin Halk Cumhuriyeti | Pekin | 9.572.900 | 1.104.275.000 | 1,5 |
Endonezya | Cakarta | 1.919.443 | 177.046.000 | 84,7 |
Filipinler | Manila | 300.000 | 59.906.000 | 6,8 |
Filistin Devleti | Kudüs | 26.421 | 4.000.000 | 87 |
Güney Kore | Seul | 99.091 | 42.380.000 | 1’den az |
Hindistan | Yeni Delhi | 3.166.414 | 835.812.000 | 12,1 |
Hong Kong | Victoria | 10.372 | 5.754.000 | 1’den az |
Irak | Bağdat | 438.317 | 17.215.000 | 95 |
İran | Tahran | 1.643.958 | 54.333.000 | 98 |
İsrail | Tel Aviv | 20.700 | 4.563.000 | 12 |
Japonya | Tokyo | 377.801 | 123.120.000 | 1’den az |
Kamboçya | Phnom Penh | 181.035 | 8.055.000 | 4,4 |
Katar | Devha (Doha) | 11.437 | 427.000 | 90,3 |
Kıbrıs Rum Kesimi | Lefkoşe | 5.896 | 563.000 | ------ |
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti | Lefkoşe | 3.355 | 170.000 | 99 |
Kuzey Kore | Pyonngyang | 122.400 | 22.418.000 | 1’den az |
Küveyt | Küveyt | 17.818 | 2.048.000 | 95 |
Laos | Vientiane | 236.800 | 3.936.000 | 1,1 |
Lübnan | Beyrut | 10.230 | 2.897.000 | 60 |
Maldivler | Male | 298 | 209.000 | 100 |
Malezya | Kuala Lumpur | 330.434 | 17.421.000 | 50,7 |
Moğolistan | Ulan Batur | 1.565.000 | 2.096.000 | 8,9 |
Nepal | Katmandu | 147.181 | 18.452.000 | 3 |
Pakistan | İslamâbâd | 796.095 | 118.820.000 | 97 |
Singapur | Singapur | 618 | 2.674.000 | 16,3 |
Sovyetler Birliği’nin Asya Kısmı (Orta Asya, Sibirya, Uzakdoğu ve Kafkaslar) | Moskova | (yaklaşık) 17.000.000 | 95.000.000 | 45 (tahminî) |
Sri Lanka | Colombo | 65.610 | 16.842.000 | 7,7 |
Suriye | Şam | 185.180 | 11.719.000 | 87 |
Suudi Arabistan | Riyad | 2.240.000 | 13.592.000 | 100 |
Tayland | Bangkok | 513.155 | 55.258.000 | 5,6 |
Tayvan | Taipei | 36.000 | 20.024.000 | 1’den az |
Türkiye | Ankara | 779.452 | (1990) 56.969.109 | 98 |
Uman | Maskat | 300.000 | 1.422.000 | 98 |
Ürdün | Amman | 89.206 | 3.059.000 | 90,5 |
Vietnam | Hanoi | 331.653 | 64.747.000 | 1’den az |
Yemen | San‘a | 531.870 | 13.240.000 | 100 |
KAYNAKLAR: A Map of the Muslims in the World (ed. R. Delval), Leiden 1984, s. 9-15; Paul Balta. L’Islam dans le Monde, Paris 1986, s. 344-350; The Far East and Australasia 1988, London 1987; The Middle East and North Africa 1988, London 1987; M. Ali Kettani, Muslim Minorities in the World Today, London 1986, s. 54-106; “L’Islam dans le Monde”, Tribune immigrée, numero 21, Dec. 1986 - Jan. 1987, s. 54-57; Ana Yıllık 1990, İstanbul 1990, s. 536-551. Not: Tabloda gösterilen “müslümanların oranı” kısmı, yukarıda belirtilen kaynaklardaki bilgilerin ortalamaları alınarak elde edildiğinden yaklaşık bir değer ifade eder. |
BİBLİYOGRAFYA
N. B. Allen, Asia, Boston 1916.
Jules Sion, “Asie des Mousson”, Géographie universelle: Asie des Moussons (nşr. P. Vidal de La Blache – L. Gallois), Paris 1928, IX/1, s. 3-54; IX/2 (1929).
Ali Tanoğlu, Enerji Kaynakları, İstanbul 1958, s. 93-98, 300-309.
a.mlf., Ziraat Hayatı, İstanbul 1968, s. 142.
a.mlf., Nüfus ve Yerleşme, İstanbul 1969, s. 136.
Talib Yücel, Asya Coğrafyası, Ankara 1960, I.
a.mlf., Asya’nın Beşeri ve İktisadi Coğrafyası, Ankara 1965.
Sami Öngör, Coğrafya Sözlüğü, Ankara 1962, s. 55-57.
Th. Van Baaren, Les Religions d’Asie, Marabout 1962.
L. E. Williams, Southeast Asia a History, New York 1970, s. 24-52.
W. B. Cornish, Asia, London 1972, s. 46-48.
C. Caldarola, Religion and Societies: Asia and the Middle East, Berlin 1982.
The Times Atlas of the World, London 1985, s. 16-25, 27-47.
Süha Güney, Sıcak Bölgelerde Ziraat Hayatı, İstanbul 1986, s. 124-126, 155, 162, 190.
Erol Tümertekin, Ulaşım Coğrafyası, İstanbul 1987, s. 264, 267, 268, 270, 330, 367.
G. Parrinder, “The Religions of Asia”, The Far East and Australasia 1988, London 1987, s. 31-39.
Hyman Kublin, “Asia: Religion”, EAm., II, 469-473.
B. L. C. J. v.dğr., “Asia”, EBr., II, 574-604.
https://islamansiklopedisi.org.tr/asya#2-dil
7. Dil. Yapılan istatistiklerden yeryüzünde 2796 dil konuşulduğu anlaşılmış ve bu diller yirmi altı ana grupta toplanmıştır. Bu gruplardan Altay, Çin-Tibet, Güneydoğu Asya (Austroasya), Malezya-Polinezya (Austronezya), Dravadi, Kafkas, Hint-Avrupa ve Sâmî-Hâmî gibi büyük dil aileleri Asya’nın yedi bölgesinde konuşulmaktadır. Bu bölgeler Ön Asya, Arap yarımadası, Güneybatı Asya, Güney Asya, Güneydoğu Asya, Doğu Asya ve Orta Asya’dır. Bu dillerden başka bugün ölü diller sınıfında yer alan eski Anadolu ve eski Mezopotamya dilleri de Asya dilleri içerisinde gösterilebilir.
1. Altay Dilleri. Altay dil grubunun teşekkülü bir teoriye dayanmakta olup bu teorinin hem taraftarları hem de muarızları vardır. Batı’da Ramstedt, P. Aalto, N. Poppe gibi tanınmış temsilcileri bulunan bu teorinin destekleyicilerine göre Altay ailesi “ortak Altay dili”nden türemiştir ve Türkçe, Moğolca, Mançu-Tunguzca, Korece ve Japonca’dan meydana gelmektedir. Bu teori, söz konusu diller arasındaki ses denklikleriyle morfolojik benzerliklere dayanmaktadır.
Türkçe. Türkçe’nin Asya’da konuşulan lehçe ve başlıca şiveleri şunlardır: 1. Türkiye Türkçesi, 2. Kazak Türkçesi, 3. Özbek Türkçesi, 4. Kırgız Türkçesi, 5. Türkmen Türkçesi, 6. Karakalpak Türkçesi, 7. Uygur Türkçesi, 8. Sarı Uygur ve Salur Türkçesi, 9. Âzerî Türkçesi, 10. Dağıstan Türkçesi, 11. Kumuk Türkçesi, 12. Altay Türkçesi, 13. Hakas Türkçesi, 14. Tannu Tuva Türkçesi, 15. Tobol Türkçesi, 16. Doğu Sibirya Türk şiveleri, 17. Irak Türkçesi (Türkmencesi), 18. Suriye (Bayır-Bucak) Türkçesi, 19. Kâşgar Türkçesi (İran’da), 20. Hamse Türkmencesi (İran’da), 21. Halaç Türkçesi (İran’da), 22. Yakut Türkçesi. Bu lehçelerin dışında birçok şive bulunmakta ve bunlar Türkçe’nin alt gruplarını meydana getirmektedir. Türk şivelerinin tasnifi meselesi içerisinde ele alınan bu konuya şimdiye kadar pek çok Türkolog temas etmiş, fakat XVI. yüzyıldan günümüze kadar yapılan çeşitli denemelerde bir birlik sağlanamamıştır. Bugün Asya’da Türk lehçe ve şivelerini konuşan insanların sayısı 100 milyonun üzerindedir.
Moğolca. Moğolistan’da (1,5 milyon nüfus), Sovyetler Birliği’nde ve Çin’de konuşulan Moğolca; a) Batı (Kalmuk), b) Kuzey (Buryat), c) Doğu (Halha), d) Güney (Çin Halk Cumhuriyeti’nde Çahar, Ordos vb.), e) Arkaik lehçeler (Afganistan Moğolcası, Mançurya’da Dahur, Çin Halk Cumhuriyeti’nde Monguor, Şera vb.) kollarına ayrılmaktadır.
Tunguzca. Bir bölümü Çin’de, bir bölümü Sibirya’da konuşulan Tunguzca Kuzey (Tunguz veya Evenki, Oroçon, Lamut Negidal vb.) ve Güney (Mançu, Gold, Oroç vb.) olmak üzere iki kola ayrılır. Mançuca XVI. yüzyılda bir alfabeye sahip olmuş ve bununla edebî eserler meydana getirilmiştir.
Korece. Türkçe’nin doğu komşularından olan Kore dili (Korece “Çosonmal”), bugün 40 milyona yakın kişi tarafından konuşulmaktadır.
Japonca. 103 milyon insanın konuştuğu Japon dilinin Japonca adı Nihongo’dur ve yazı dili bungo, konuşma dili de kōgo adı ile anılır. Başlıca lehçeleri Tōhōku, Kantō (Tōkyō), Kansai (Kyōtō), Shikoku, Kyushu, Kagoshima (Satsuma) ve Nagasaki’dir.
2. Çin-Tibet Dilleri. Türkçe’nin doğusunda yaşayan bu büyük dil ailesi Tibet-Burma ve Tay-Çin olmak üzere iki kola ayrılır. Tibet-Burma kolu; a) Tibet-Himalaya dilleri, b) Kuzey Assam dilleri, c) Orta ve Güney Assam dilleri, d) Arakan-Burma dilleri ve bunların alt kollarından oluşur. Tay-Çin kolu ise; a) Çin, b) Si-lo-mo, c) Karen, d) Tay dallarına ayrılır. Bunlardan en önemlisi olan Çince (Çince “Çnug guo hua”) bugün en az 600 milyon kişi tarafından konuşulmaktadır ve Kuzey (Mandarin, Yüksek Çince veya Kvan-hva) ve Güney olmak üzere iki büyük lehçe grubuna ayrılır. Üç bölümden meydana gelen kuzey lehçesini konuşanların sayısı 350 milyonun üzerindedir. Daha arkaik olan güney lehçeleri de dört ana kola ve bunların alt gruplarına ayrılır. Si-lo-mo dalındaki başlıca dil, güneybatı Çin’de ve kuzey Tayland’da konuşulan Lolo dilidir. Karen dalında Sgaw, Pwo, Taungthu ve Bghai; Tay dalında ise Tay, Lao, Lü ve Khün dilleri yer alır.
3. Güneydoğu Asya Dilleri. Avustroasya dilleri de denilen bu topluluk Vietnam, Kamboçya, Tayland’ın bazı bölgeleri, Malay yarımadasının Malay aslından olmayan nüfusun yaşadığı bölgeleri, Doğu Hindistan’ın Çota-Nagpur ovasına kadar yayılan kısımları ile Nikobar adalarında konuşulur. Başlıca üç kola, bu kollar da çeşitli alt bölümlere ayrılır.
4. Malezya-Polinezya Dilleri. Bu dillerin konuşma alanı, Madagaskar adasından Pasifik Okyanusu’nun Güney Amerika’ya yakın bir noktasında bulunan ve Şili’ye ait olan Paskalya adasına kadar uzanır. Bu diller; a) Endonezya (sekiz ana kola ayrılır; en eskisi olan Cava dili 800 yılından beri konuşulmaktadır), b) Melanezya ve Mikronezya (Yeni Gine’nin doğu ve güneydoğusundaki adalarda konuşulur), c) Polinezya (genellikle adalarda konuşulur) dilleri olmak üzere üçe ayrılır. Bunlara Okyanusya dilleri de denir.
5. Dravadi Dilleri. Hindistan yarımadasında eskiden beri yerli olarak konuşulan bu diller; a) Tamil-Kurukh (on alt bölüme ayrılır), b) Kui-Gondi (dört alt bölüme ayrılır), c) Telugu olmak üzere üç ana bölüme ayrılır.
6. Kafkas Dilleri. Kafkasya’da yerleşmiş bulunan kavimlerin konuştukları dillerdir. Güneyde, Kafkas dillerinin K‘art’vel topluluğunda; a) Gürcü, b) Mingrel, c) Laz, d) Svan dilleri konuşulur. Gürcüce’nin müslüman ağzına Acar adı verilir. Kuzeybatı Kafkas dillerinin bütününe Abhaz-Çerkez dilleri denir. Bunlar: a) Adige (dağlı veya doğu Adigesi “Kabardi”; ova veya batı Adigesi “Çerkez”), b) İbıh, c) Abhaz olmak üzere üç ana kola ayrılır. Bu kolların da çeşitli alt bölümleri vardır. Çeçen-Lezgi kolu Kuzeydoğu Kafkas dili olup “Doğu” ve “Merkez” adı ile iki ana kola ayrılır. Bu ana kolların da pek çok alt bölümü bulunmaktadır.
7. Hint-Avrupa Dilleri. Fransızca Indoeuropeen, Almanca Indogermanisch adı verilen bu büyük dil ailesinin on bir ana kolu vardır; a) Eski Anadolu, b) Hint-İran veya Ârî, c) Toharca, d) Ermenice, e) Thrak-Phryg-Makedon, f) Hellen, g) Illyr-Venet-Messap-Filist, h) Arnavutça, ı) İtalik Öncesi, Ligur, Sikul, İtalo-Kelt, i) German, k) Balto-İslav. Bu dil ailesinin Asya’da konuşulan kolları Ârî (Hintçesi Arya, Farsçası Erān, İrān), Hint (pek çok bölümü ve bu bölümlerin alt sınıfları), Tohar ve Ermeni (Ermenice “Hayeren”) dilleridir.
8. Sâmî-Hâmî Diller. En eski çağlardan beri konuşulan bu büyük dil ailesi bazı dilcilere göre Sâmî, eski Mısır ve Kıptî, Libya-Berber ve Kuşî olmak üzere dört kola bölünmektedir. Sâmî kolu; a) Doğu (Akkadca, Asurca, Bâbilce), b) Batı; 1. Kuzey (Kenanca, Moabca, Fenikece, İbrânîce; Eski Doğu Ârâmîcesi, Süryânîce, Yeni/Yaşayan Doğu Ârâmîcesi; Eski Batı Ârâmîcesi; Yeni/Yaşayan Batı Ârâmîcesi), 2. Güney (Kuzey Arap lehçeleri: Lihyân, Dedân, Semûd, Safâ; Asıl Arapça), c) Orta (Ugarit) olmak üzere üç ana kola ayrılır. Bu ana kolların da pek çok bölüm ve alt bölümleri bulunmaktadır.
9. Eski Mezopotamya Dilleri. Sumerce, Elamca, Kasca, Akkadca, Asurca, Bâbilce.
10. Eski Anadolu Dilleri. Hattice, Hurrice, Urartuca; Hititçe, Hiyeroglif Hititçesi, Luwice, Palāca, Lykçe, Lydce.
Asya Ülkelerinin Konuştukları Diller. Türkiye: Türkçe; Lübnan: Arapça; Suriye: Arapça, Türkçe; Ürdün: Arapça; İsrail: Yeni İbrânîce, Yidiş, Arapça; İran: Farsça ve lehçeleri, Türkçe (Âzerî Türkçesi, Türkmen Türkçesi, Halaç Türkçesi ve küçük Türk şiveleri); Irak: Arapça, Türkmen Türkçesi, Kürtçe; Afganistan: Peştuca, Derî (Farsça’nın bir kolu), Özbek Türkçesi, Kırgız Türkçesi; Hindistan: Hintçe (Hintçe’nin 720 lehçesi); Pakistan: Urduca; Bengladeş: Bengalce, Hindu ve Tibet dilleri; Sri Lanka: Singçe (Sinhalez dili); Bhotan: Tibet dilleri; Nepal: Nepalce; Maldiv adaları: Maldivce; Suudi Arabistan, Kuzey-Güney Yemen, Küveyt, Uman, Bahreyn: Arapça; Katar: Arapça, Farsça; Bruney: Malayca, Çince; Birmanya: Birmanca; Tayland: Tayca (Siyamca); Kamboçya: Khmerce, Vietnamca (Annamca); Vietnam: Vietnamca; Malezya: Malayca; Singapur: Çince, Malayca, Tamilce; Endonezya: Bahasa dili; Çin: Çince (Mandarin dilinin kuzey ağzı olan Putonghua ülkenin resmî dilidir, ancak çeşitli yörelerde Çince’nin pek çok lehçesi konuşulur), Uygur Türkçesi, Moğol lehçelerinin bazıları, Mançuca, Tayca, Tibetçe; Kore: Korece; Japonya: Japonca; Moğolistan: Moğolca, Kazak Türkçesi, Çince; Sovyetler Birliği: Rusça, Yakut Türkçesi, Âzerî-Türkmen-Kazak-Kırgız-Karakalpak-Karaçay/Balkar ve öteki Türk şiveleri, Ermenice, Gürcüce, Tacikçe.
BİBLİYOGRAFYA
J. Klaproth, Asia Polyglotta, Paris 1823.
F. Bechtel, Die Hauptprobleme der indogermanischen Lautlehre seit Schleicher, Göttingen 1892.
F. N. Finck, Die Klassifikation der Sprachen, Marburg 1901.
A. Meillet, Introduction à l’étude comparativa des langues indo-européennes, Paris 1903.
W. Jochelson, Peoples of Asiatic Russia, New York 1923.
A. Dauzat, La Géographie linguistique, Paris 1944.
G. J. Ramstedt, Einführung in die altaische Sprachwissenschaft, Helsinki 1952-66, III.
A. S. Diamond, The History and Origin of Language, London 1959.
A. Dilaçar, Dil, Diller ve Dilcilik, Ankara 1963, s. 73-104.
a.mlf., Türk Diline Genel Bir Bakış, Ankara 1964.
Ali M. Dinçol, Eski Anadolu Dillerine Giriş, İstanbul 1970, s. 11-17.
R. Rahmeti Arat, “Türk Şivelerinin Tasnifi”, TM, X (1953), s. 59-139.
https://islamansiklopedisi.org.tr/asya#3-tarih
II. TARİH
1. İslâm Öncesi Dönem. Asya adı Grek mitolojisinden alınmıştır. Eski Yunanlılar, denizler tanrısı Okeanos ile denizin bereketi Tethys’in kızlarından biri olan Asia’nın adını önce bereketli Hermos (Gediz) vadisine vermişler (Homeros, İlyada, 2. kitap, 459-461. mısralar), zamanla da bu adı bütün İyonya (Batı Anadolu’nun Gediz ve Büyük Menderes nehirleri arasındaki sahil kesimi) için kullanmışlardır. Daha sonraları ise Romalılar İyonya dahil Lidya topraklarına (bugünkü Manisa, Uşak ve Kütahya’nın güney kısımları) Asius, Anadolu yarımadasının tamamına Asia Minor (Küçük Asya) ve bildikleri kadarıyla kıtanın tamamına da Asia Major (Büyük Asya) demişlerdir (bk. Gaffiot, s. 171). Ancak Asia kelimesinin Grekçe’de bir anlam taşımaması ve Yunanlılar’dan çok önce, çivi yazılı Hitit tabletlerinde biraz daha geniş sınırlarla Lidya topraklarından Assuwa adıyla bahsedilmesi, bu ismin Grekler’e eski Anadolu kültürlerinden geçtiğini göstermektedir (Assuwa > Asia; Bossert, s. 1 vd.). Bu durumdan ise aslında bir coğrafî bölge adı olan kelimenin Grek mitolojisine sonradan girdiği ve adlandırdığı sahil kesiminin bereketliliğinden dolayı deniz tanrısı ile denizin bereketinin kızları şeklinde şahıslandırıldığı anlaşılmaktadır.
İlk büyük medeniyetler, Avrupa ve Afrika ile birlikte “Eski Dünya”yı teşkil eden Asya’nın Dicle, Fırat, İndüs ve Hoang-Ho nehirlerinin mümbit vadilerinde kurulmuştur. Afrika’da Nil vadisinde gelişen Mısır medeniyeti, Mısırlılar’ın tarih öncesi dönemlerde Afrika’ya geçmiş Sâmîler ve aynı şekilde Orta Amerika ile Güney Amerika’da gelişen Maya, Toltek, Aztek, İnka medeniyetleri de eski çağlarda Bering Boğazı üzerinden Amerika’ya geçen Altay kavimleri tarafından kurulmuş olmaları sebebiyle yine Asya kökenli medeniyetlerden sayılırlar.
Asya’da Afrika’dan daha geç başlamış olan Paleolitik devrin ilk dönemlerine ait izlere, bu kıtanın Anadolu, Filistin, Arabistan, İran, Orta Asya, Hindistan, Çin ve Çinhindi bölgeleri başta olmak üzere birçok kesiminde rastlanmaktadır. Sibirya’da ise ancak bu çağın son dönemine ait kalıntılar bulunmuştur ve bu durum soğukluğundan dolayı o bölgede hayata daha geç başlandığını göstermektedir. Gezginci toplayıcılık ve avcılık döneminden yerleşik hayata geçerek evlerde oturan, tarımla uğraşan, çanak-çömlek, dokuma-örme ve resim-heykel sanatlarını bilen gerçek anlamda ilk medenî insanlar, milâttan önce VII-V. binyıllar arasında Anadolu’da yaşamışlardır. Geniş avluların etrafında toplanmış, içlerinde seki, dolap, ocak ve fırın bulunan ikişer odalı evleri ve duvarları resimlenmiş tapınakları ile tam bir şehircilik örneği veren Çatalhöyük (Konya) ve Hacılar (Burdur) Neolitik merkezleri dünyanın bilinen ilk şehirleridir. Ancak başka yerlerde insanlar henüz mağaralarda yaşarken Anadolu’da çok yüksek bir seviyede başlamış olan medeniyet o hızla devam edememiş ve medeniyetin öncülüğü özellikle IV. binyıldan itibaren Mezopotamya’ya kaymıştır.
Asya’yı arkeoloji ve Eskiçağ tarihi açısından, toplumların ve kültürlerin birbirleriyle olan ilişkilerini göz önünde tutarak dört ana bölgede incelemek mümkündür: Ön Asya, Orta Asya, Hindistan, Doğu Asya.
Ön Asya. Anadolu, Batı İran, Mezopotamya, Suriye, Filistin ve Arabistan ile, Afrika’da yer almakla beraber kültür münasebetleri yönünden diğerleriyle birlikte mütalaa edilen Mısır’ı içine alır. Dünyanın en yoğun kavim hareketlerine ve dolayısıyla çok çeşitli medeniyetlerin kuruluşuna sahne olmuştur. Bunlardan Sumerler’in başlattığı Mezopotamya medeniyeti, kesintisiz olarak bir sonrakini etkileyen eski Anadolu, Yunan, Roma ve Rönesans Avrupası’nda devam edip gelişerek çağdaş dünya medeniyetinin çekirdeğini teşkil etmiştir. Meselâ yazı burada milâttan önce IV. binyılda Sumerler tarafından icat edilmiş (çivi yazısı) ve bu sistemden türetilen alfabetik yazı, I. binyılda Ârâmîler tarafından Yunan ve Latin alfabelerinin de aslını oluşturacak biçimde bütün dünyaya yayılmıştır. Halbuki Mısırlılar’ın Sumerler’den ancak bir iki asır gibi çok kısa bir süre sonra icat ettikleri hiyeroglif yazısı devamlı olmamış, yalnız kendileri tarafından kullanılarak dünyaya getirdikleri pek çok yenilik gibi medeniyetlerinin yıkılmasıyla birlikte ortadan kalkmıştır. Ön Asya monoteizmin anavatanı olmuş ve bu din sonraları Mûsevîlik, Hıristiyanlık, İslâmiyet şeklinde vahye bağlı olarak gelişip en olgun halini almıştır. Eski Ön Asya’nın tarihteki önemli bir özelliği de dünyanın ilk imparatorluğunun bu topraklarda kurulmuş ve büyük bir kısmını kaplamış olmasıdır. Milâttan önce XXIV. yüzyılda Akkadlı Sargon Sumer şehir devletlerini yıkarak Mezopotamya’nın tamamını, Batı İran, Güneydoğu Anadolu, Kıbrıs, Suriye-Filistin, Sînâ yarımadası, Kuzey Arabistan ve Bahreyn’i zaptetmek suretiyle o zamanın bilinen dünyasının tamamına hâkim olmuştur. Eski Ön Asya’ya giren ülkelerdeki kültür birliğinin veya yakınlığının başta gelen sebeplerinden biri, bu topraklarda hemen daima birliği sağlayan büyük bir siyasî gücün egemenlik kurmuş olmasıdır. Bu hâkim güçler zaman zaman Büyük İskender gibi Avrupa’dan veya Türkler gibi Orta Asya’dan da gelmiş olsalar Ön Asya’da yine aynı kültür birliğini oluşturmuşlardır. Bu topraklarda kurulan medeniyet ve devletlerin başlıcaları kronolojik düzende şöylece sıralanabilir:
Mezopotamya-Suriye’de Sumer şehir devletleri (m.ö. 3200-2350), Akkad İmparatorluğu (2350-2050), Eski Asur İmparatorluğu (1800-1375), Eski Bâbil İmparatorluğu (1894-1595), Kassitler (1595-1174), Hurri-Mitanniler (XV-XIV. yüzyıllar), Orta Asur İmparatorluğu (1375-1047), Yeni Asur İmparatorluğu (883-612), Yeni Bâbil İmparatorluğu (Keldânîler, 625-539), Pers İmparatorluğu (539-331), İskender İmparatorluğu (331-304), Seleukos Krallığı (304-64), Romalılar (64 - m.s. 395), Bizanslılar (395-637).
Anadolu’da Hattiler (III. binyıl), Hititler (XX-VII. yüzyıllar), Frigler (XII-VII. yüzyıllar), Urartular (856-610), Lidyalılar (680-546), Pers İmparatorluğu (546-334), İskender İmparatorluğu (334-304), Seleukos Krallığı (304-64), Romalılar (64 - m.s. 395), Bizanslılar (395-XI. yüzyıl).
İran’da Elâm (III-I. binyıllar), Medler (I. binyıl başları-559), Pers İmparatorluğu (559-330), İskender İmparatorluğu (330-304), Parth Krallığı (247 - m.s. 227), Sâsânîler (227-637).
Filistin’de Amâlika ve diğer Arap kabileleri (III-II. binyıllar), İsrâiloğulları’nın gelişi (1500), Filistler’in gelişi (1200), Saul’ün (Tâlût) İsrail Devleti’ni kurması (1010), Hz. Dâvûd (1000-972) ve Hz. Süleyman (972-932), Bâbil hâkimiyeti (568-538), Pers hâkimiyeti (539-332), İskender İmparatorluğu (332-168), Asmoniyenler (168-39), Roma hegemonyasında Büyük Herod dönemi (39 - m.s. 4), Romalılar (4-395), Bizanslılar (395-636).
Arabistan’da göçebe Arap kabileleri (II. binyıl), Asur belgelerinde Arap adının ilk ortaya çıkışı (852), Güney Arabistan: Maîn Krallığı (m.ö. XI-VII. yüzyıllar), Sebe Krallığı (VIII-VI. yüzyıllar), Kataban Krallığı (V - m.s. I. yüzyıllar), Himyerî Krallığı (m.ö. I. yüzyıl - m.s. 526), Hadramut Krallığı (m.s. III-IV. yüzyıllar), Habeş istilâsı (526-570), Sâsânî istilâsı (570-VII. yüzyıl ortaları), Kuzey Arabistan: Dedan-Lihyân Krallığı (m.ö. II - m.s. I. yüzyıllar), Nabatî Krallığı (m.ö. V. yüzyıl - m.s. 106), Palmira Krallığı (m.s. III. yüzyıl), Hira Krallığı (III-IV. yüzyıllar). Mısır’da Eski İmparatorluk (2850-2052), Orta İmparatorluk (2052-1570), Yeni İmparatorluk (1570-715), Asur hâkimiyeti (715-525), Pers hâkimiyeti (525-332), İskender İmparatorluğu (332-304), Ptolemaios Krallığı (304 - m.s. 30), Roma İmparatorluğu (30-395), Bizans İmparatorluğu (395-640).
Orta Asya. Dünyanın en geniş step ve çöl kuşaklarını içine alan Orta Asya’nın kuzey kısımları bozkırlardan, güney kısımları soğuk çöllerden teşekkül etmiştir. Tarıma elverişli olmayan bu topraklarda ancak hayvancılık yapılabilmesi ve göçebe hayatın zorunluluğu insanların karakterini de etkilemiş ve “step halkları” denilen Orta Asyalılar tarih boyunca daima ülkelerinden dışarıya doğru bir hareket içinde olmuşlar ve dolayısıyla yerleşik milletler için tehlike teşkil etmişlerdir. Dünyanın bilinen ilk büyük göçebe saldırısı, milâttan önce XXIII. yüzyılda Akkad İmparatorluğu’nu yıkan ve Mezopotamya’nın tamamı ile Ön Asya’nın büyük bir kısmını 100 yıl süreyle hâkimiyeti altında tutan Guti istilâsıdır. Bu büyük göçebe hareketinden sonra da Asya’nın içlerinden kaynadığı bilinen istilâ dalgaları dinmemiş, gerek Ön Asya’ya gerekse Hindistan ve Çin gibi yerleşik hayatın yaşandığı zengin ülkelere doğru devam etmiştir. Orta Asya, toprak bütünlüğü itibariyle tarihte dünyanın en geniş devletlerinin kurulduğu yerdir ve bu devletlerin en büyüğünü teşkil eden Cengiz İmparatorluğu Asya’nın beşte birine hâkim olmuştur. Bugün dahi Orta Asya’nın büyük bir kısmını elinde tutan Sovyetler Birliği dünyanın en geniş araziye sahip devleti durumundadır. Orta Asya’nın dünya tarihindeki önemli bir özelliği de Batı kültürünün Doğu kültürü ile doğrudan ve âniden karşılaştığı yer olmasıdır. Milâttan önce I. binyılın son üçte birine girmeden önce Grekler’in Anadolu, Kafkasya ve Batı İran gibi bölgelerde Doğu ile olan temasları tedrîcî bir gelişme göstermiş ve pek tabii olarak taraflar birbirlerinden etkilenmişlerdir. Fakat İskender’in Asya seferi sırasında bu karşılaşma, aradaki her iki tarafı da tanıyan ülkelerin daha ötesinde meydana gelmiş, Orta Asya’da ve sonra Hindistan’da karşılaşan birbirinin tamamen yabancısı bu iki medeniyet ortaya ileride çığır açacak bir kültür olayı koymuştur. İskender İmparatorluğu ile arkasından gelen Baktriana Krallığı devirlerinde doğrudan Grek kültürünün etkisi altında kalmış olan ve İslâmiyet’in girdiği dönemde dahi üzerinde Grekçe konuşmaya devam edilen Baktria (Afganistan’ın kuzey kesimleri) ve Sogdia (Özbekistan) bölgelerinde Sâmânoğulları ve Gazneliler devletleri kurulmuş, saraylarda hekim ve filozoflar başta olmak üzere birçok Grek kökenli aydın görev almıştır. Yapılan araştırmalar bugünkü Türkçe’de yer alan Grekçe kelimelerin pek çoğunun dilimize o dönemde girdiğini göstermektedir. İslâmiyet’ten önce Orta Asya’da hüküm süren devletlerin başlıcaları şunlardır: Asya Hunları (m.ö. I. binyıl başları - m.s. 93), Türkistan İskitleri (m.ö. VII-VI. yüzyıllar), Pers İmparatorluğu (m.ö. VII. yüzyıl - 330), İskender İmparatorluğu (330-304), Baktriana Krallığı (m.ö. 250 - m.s. V. yüzyıl), Sâsânî İmparatorluğu (227-651), Eftalit Devleti (IV-VI. yüzyıllar), Göktürkler (552-745), Uygurlar (745-1209), Türgiş Hanlığı (VI. yüzyıl - 766).
Hindistan. Hindistan’da görülen en eski medeniyet, Mezopotamya’daki Sumer ve Akkad medeniyetleriyle çağdaş olan ve onlarla ticaret ilişkilerinde bulunan Harappa-Mohenjo Daro’dur. Bu medeniyeti meydana getiren insanların aynen Sumerler gibi Hint-Avrupalı olmadıkları bilinmekte, buraya nereden geldikleri veya yerli mi oldukları bilinmemekte ve kullandıkları bir tür resim-yazı henüz okunamamış bulunmaktadır. Eski Dünya’nın en zengin, en bereketli ülkesi olan ve bu sebeple tarih boyunca daima iştiha uyandırıp saldırıları üzerine çeken Hindistan’ın en büyük özelliği, rehavet verici rutubetli muson iklimi ile bu topraklara yerleşen en savaşçı insanların dahi kısa sürede karakterini değiştirebilmesidir. Hindistan İlkçağ, Ortaçağ ve özellikle İslâm felsefesi için büyük önem taşıyan Hint felsefesinin ve Hint kültürünün Grek kültürü ile karşılaşmasından sonra ortaya çıkan “Doğu Helenizmi”nin vatanıdır. Doğu Helenizmi’nin etkisinde kalan İslâm filozofları Emevîler devrinden itibaren Yunan klasiklerinden yapılan tercümeleri bu yeni bakış açısından yorumlamışlar ve özellikle vahdet-i vücûd nazariyesini bu felsefenin panteizm görüşü üzerine oturtmuşlardır (bk. APOLLONİOS, Tyanalı). Hindistan’da İslâmiyet öncesinde kurulan medeniyet ve hüküm süren başlıca devletler şunlardır: Harappa-Mohenjo Daro (m.ö. 2500-1800), Ârîler’in gelişi (1500), I. Vedikçağ (1500-1000), II. Vedikçağ (1000-600), Buddha Gautama (560-483), Vandhamâna (540-468), Darius’un istilâsı (521-485), İskender’in istilâsı (327-325), Maurya hânedanı (321-185), Asoka (272-231), Kuşhanlar (m.s. 50-240), Çâtavahâna hânedanı (50-195), Gupta Krallığı (320-535), İslâmiyet’in girişi (711).
Doğu Asya. Çin, Çinhindi, Japonya, Moğolistan, Doğu Türkistan ve Tibet’i içine alan Doğu Asya, medeniyetin başlaması açısından Ön Asya ve Orta Asya’ya nisbetle daha yenidir. Çin’in kuzeyinde Hoang-Ho nehrinin deltasında başlayan Neolitik medeniyet en fazla milâttan önce 2500 yıllarına kadar inebilmekte ve onu 1800-1050 yılları arasına tarihlenen Kalkolitik çağ takip etmektedir. Eski Mısır’ın çağdaş dünya medeniyetinin teşekkülünde pek az etkili olması gibi Doğu Asya medeniyetleri de fazlaca etkili olamamışlardır. Bu ülkeler, özellikle bölgenin önderi durumunda olan ve çok yüksek bir medeniyete sahip bulunan Çin, Marko Polo gibi bazı Batılı seyyahlar tarafından keşfedilinceye kadar Batı âleminden uzakta kalmışlar ve tanındıktan sonra da yabancılara karşı yeterince açılmamışlardır. Doğu Asya’da kurulan medeniyet ve devletlerin başlıcaları şu şekilde sıralanabilir: Çin’de Kansu Neolitik medeniyeti (m.ö. 2500-1800), Efsanevî Hia (m.ö. 1800-1500) ve Çang (m.ö. 1500-1000) sülâleleri, Batı Çu sülâlesi (m.ö. 1000-770), Doğu Çu sülâlesi (m.ö. 770-256), Savaşçı krallar (m.ö. 403-221), Ts’in (Çin) sülâlesi (m.ö. 221-206), Batı Han sülâlesi (m.ö. 206 - m.s. 9), İmparator Wu-ti (m.ö. 140-87), Wang-Mang (m.s. 9-23), Doğu Han sülâlesi (25-220), Üç Sülâle devri (220-265), Kuzey ve Güney’e ayrılış (317-589), Toba Devleti (III. yüzyıl - 556), Altı Sülâle devri (güney, 222-589), T’ang sülâlesi (618-907).
BİBLİYOGRAFYA
Homer, The Iliad (trc. E. V. Rieu), Suffolk 1961, s. 52.
F. Gaffiot, Dictionnaire illustré latin-français, Paris 1934, s. 171.
H. Th. Bossert, Asia, İstanbul 1946, s. 1 vd.
H. H. Rowley, Bible Atlas, London 1967.
Atlas historique, Milan 1968.
Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, İstanbul 1978, s. 67, 307.
G. Barraclough, Times Dünya Tarihi Atlası (trc. Zeki Okar), İstanbul 1980.
Kâmuran Gürün, Türkler ve Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1984, s. 115-140.
TA, IV, 25-36.
“Asia”, EBr., II, 595-601.
Ali M. Dinçol, “Hititler Öncesinde Anadolu”, Anadolu Uygarlıkları Ansiklopedisi, İstanbul 1982, s. 12-13.
https://islamansiklopedisi.org.tr/asya#4-islam-oncesi-turk-devletleri
2. İslâm Öncesi Türk Devletleri. Türkler milâttan önce IV. yüzyılda, kuzeybatı Çin ile Orhon ırmağı arasındaki sahada, Çin yıllıklarında Hiung-nu (Türkçe Hun: halk, insan) adı ile tarih sahnesine çıkmadan önce de belirli bir idarî-askerî teşkilâta sahiptiler. Zira o devre kadar geçen 1200 yıla yakın bir zaman hareket halindeki kalabalık kütlelerin binlerce kilometrelik bir sahada yer değiştirmeleri mümkün olamazdı. Elde kesin bir delil bulunmamakla beraber bazı tarihçiler Çin’deki Chou hânedanının (m.ö. 1050-256), bir kısım araştırmacılar da daha ileri giderek milâttan önce III. binlerde Mezopotamya’da görünen Sumerler’in -dil yapılarının Türkçe’ye uygunluğu dolayısıyla- muhtemelen Türk kökenli olduklarını söylemişlerdir. Bu tahmin ve faraziyeler bir yana bırakılırsa, her yönden Türklüğü ispat edilebilir durumdaki Asya Hunları Devleti’ni ilk Türk siyasî kuruluşu olarak kabul etmek daha isabetli sayılabilir. Bu devletle ilgili ilk yazılı vesika, komşu devletlerle yapılan bir antlaşma olup milâttan önce 318 tarihlidir ve şimdilik Türkler’in tarihî devri de bu yılda başlatılabilir. Pers Kralı Keyhusrev ile milâttan önce 550’lerde savaşan ünlü Turan Başbuğu Alp Er Tonga muhakkak bir Türk hükümdarı ise de, bu hususta yazılı haberler ancak XI. yüzyılda Firdevsî’nin Şehnâme’sinde geçtiğinden kesin bir delil sayılmaz.
Hunlar, hükümdarlık unvanı Tan-hu (sonraki okuyuş: Şan-yü) olan Mo-tun (Türkçe aslı Beğ-tun = Bey soylu) zamanında (m.ö. 209-174) en muhteşem çağlarını yaşadılar. Onun oğlu Ki-ok (Kök ?) ve torunu Kün-çin zamanlarında (m.ö. II. yüzyıl sonları) Hun Devleti’nin sınırları Mançurya’dan -İç Asya dahil- Hazar denizi yakınlarına kadar genişledi. Böylece Hunlar Türk soylu kütlelerin hemen hepsini tek bayrak altında topladılar ve sosyal yapısı, dini, ekonomik faaliyetleri, hükümranlık anlayışı, hukuku ve ordusu ile daha sonraki bütün Türk siyasî kuruluşlarına örnek teşkil ettiler. İslâmî devre dahil Türk hakanlık, hanlık ve beyliklerinin hepsi, aşağı yukarı kendisinden koptukları Büyük Hun Devleti tarafından tesbit edilmiş ana çizgiler üzerinde yürüdüler.
Kün-çin’den (ö. m.ö. 126) sonra zayıflamaya başlayan Hun Devleti, iktisadî sıkıntı ve iç karışıklıklar yüzünden milâttan önce 54’te, fakat daha sonra bir daha birleşmemek üzere 48 yılında ikiye ayrıldı (Güney ve Kuzey Hunları). Kuvvetten düşmüş idareler halinde iken bir yandan Çin, diğer yandan Çin’in devamlı tahriki ile Moğol Hsi-yen-piler’in askerî saldırıları karşısında tutunamayan kalabalık Hun kütlelerinin batı istikametinde göçmeleri sonucu önce Kuzey Hun Devleti çöktü (156’lar); ardından Çin sınırları boyunca yaşamakta olan Güney Hun Devleti 216’da aynı âkıbete uğradı. Ancak Güney Hunları’nın bakiyeleri eski hükümdar ailesi üyelerinin idaresinde Çin’de kurdukları kudretli Tabgaç Devleti dışında, küçük devletler şeklinde V. yüzyıl sonlarına kadar müstakil olarak varlıklarını korudukları gibi (son Hun Devleti 442-460, Turfan etrafında), batıya yönelen Kuzey Hun kütleleri de Hazar denizi kuzeyindeki eski soydaşları ile (Oğurlar) birleşerek Batı Hunları’nı (Avrupa Hunları) meydana getirdiler.
Ortadoğu’da ise Akhun (veya Eftalit) diye anılan Hun Devleti (IV. yüzyıl ortaları-557), Hazar denizinin güneyi, Kuzey Hindistan ve İç Asya’ya yayılan geniş bölgeye hâkim olmuş, Kün-han (480’ler), Toramana ve oğlu Mihiraqula (ö. 545’ler) gibi, Türk cengâverliğini zaafa uğratacağı endişesiyle Buda dini propagandasını yasaklayacak kadar hassasiyet gösteren hükümdarlar yetiştirmiştir. Bu devletin büyük hizmetlerinden biri de komşu İran’da patlak veren dinî-siyasî karakterdeki Mazdek hareketinin (496-498) bastırılmasına askerî müdahale ile yardım etmesidir. Böylece büyük maddî tahribata ve sosyal felâketlere yol açan bir ideolojik cereyan söndürülerek Sâsânî İmparatorluğu’nda, doğu siyaset edebiyatının hakkaniyete örnek diye gösterdiği Nûşirevân-ı Âdil devri açılmıştır.
Çin’de kurulan Tabgaç (To-p’a veya To-ba) Devleti de aslında Asya Hun İmparatorluğu’nun devamı idi. Halkın çoğunluğunu on dokuz Hun kabilesi teşkil ediyor ve hükümdar ailesi (Çince adı Wei) eski Hun başbuğlarına bağlanıyordu. Önceleri Türklük vasfını koruyan ve Türkçe Börü (Kurt) lakaplı Tai-vu (424-452) zamanında tıpkı Akhunlar’da olduğu gibi ülkede Budizm’in yayılmasını ciddiyetle önleyen bu devlet, daha sonra başa geçenlerin Budizm’i benimsemeleriyle “millî vasıf”larını kaybetmeye başladı. Bilhassa Türk geleneklerinin yasaklandığı, hatta resmî yazışmalardan Türkçe tabirlerin bile çıkarıldığı 494’ten itibaren büsbütün hızlanan Çinlileşme sonunda devlet ikiye bölündü (534: Doğu Weileri, Batı veya Kuzey Weileri); sonra da ülke tamamen yerli Çinli ailelerin eline geçti (550, 557).
Orhon bölgesinde Ötüken merkez olmak üzere, önceki Moğol Juan-Juan Devleti topraklarında yer alan Göktürk (aslı Kök-Türk yani semavî, ilâhî Türk) Hakanlığı da VI. yüzyılda Töles (asıl, öz) diye de anılan Oğuz boylarından ibaret Asya Hunları’nın torunları tarafından kuruldu. Juan-Juan kuvvetlerini hezimete uğratarak kendini hükümdar ilân eden Bumın’ın (552) Aşına (Kurt) lakabı ile meşhur ailesi Güney Hun tanhuları vasıtasıyla Büyük Hun İmparatoru Mo-tun’un sülâlesinden geliyordu. Her yönden Asya Hunları’nın vârisi olan Göktürk Hakanlığı (552-744), Bumın’ın kardeşi olup devletin batı kanadının başında görev alan Yabgu unvanlı İstemi (552-576) ile doğudaki asıl hükümdar Bumın’ın oğlu Mukan (Beğ-han? 553-572) zamanlarında en parlak çağını idrak etti; Çin üzerinde baskı kurulduğu gibi, Akhun-Eftalit Devleti çökertilerek ülkesi İran hükümetiyle paylaşıldı. Batıda Mâverâünnehir, Hazar denizi sahilleri, Hârizm bölgesi, Aral gölünün kuzey doğusundaki Oğur boyları, Azak denizine kadar Kuzey Kafkaslar idare altına alındı ve hakanlığın sınırları doğuda Baykal’ın kuzeyi ve Kerülen ırmağından İç Asya dahil batıda Karadeniz’e kadar genişledi. Mukan hakanın desteğinde askerî fetihleri yanında, İran Şehinşahı Nûşirevân ile İpek yolu kervan ticareti meselesinden ihtilâfa düşünce, Bizans ile anlaşmak üzere tarihte ilk defa Orta Asya’dan İstanbul’a elçilik heyeti gönderen İstemi’nin büyük çaptaki faaliyetleri neticesinde Göktürk Hakanlığı Çin, Bizans, Sâsânî imparatorlukları arasında dört yana etki yapan bir cihan devleti haşmeti ile yükselmişti. Fakat bu durum uzun sürmedi. Kudretli komşusundan ürken Çin, vaktiyle Hunlar’a uyguladığı entrika mekanizmasını işleterek Türk hânedan üyelerini birbirine düşürdü ve nihayet batıda İstemi’nin oğlu Tardu, doğu kanadının hâkimiyetini reddettiğinden hakanlık ikiye bölündü (582). Bu devir Çin’de tam tersine Sui sülâlesi tarafından siyasî birliğin kurulduğu yıllardı. Zayıflayan Doğu Göktürk Hakanlığı Çin ile giriştiği uzun mücadeleyi kaybettiğinden Çin himayesinin büsbütün ülkeye yerleştiği 630’da Batı Göktürk Hakanlığı da Çin tâbiiyetine girdi; siyasî ihtirasa kapılmış olan Tardu’nun bazı zaferlerine ve bir ara hakanlığın doğu bölümüne de hâkim olarak Göktürk birliğini ihya etmesine ve küçük torunu “mâhir bir muharip ve seçkin bir taktikçi olan” Tong Yabgu’nun (Çin yıllığı T’ang-shu) kısa bir süre yurda sükûn ve refah sağlamasına rağmen, yıkıcı Çin propagandası karşısında çıkan iç isyanlar kısa sürede aynı âkıbeti hazırladı.
Göktürk tarihinin karanlık yılı olan 630’da başlayıp elli yıl süren hürriyet ve istiklâlden mahrumiyet dönemi halk için çekilmez bir matem devri oldu. Millet kendi devleti ve hakanının hasreti ile çırpınıyor, “Ülkeli millet idim, şimdi ülkem nerede? Hakanlı millet idim, hani hakanım?” diye feryat ediyordu. Halkın bu ıstırap ve istiklâl özlemini hisseden Aşına ailesinden Kutluğ, giriştiği istiklâl savaşını, başta büyük devlet adamı ve kumandan Tonyukuk olmak üzere etraftan katılan Türkler’in ortak gayretleriyle kazandı ve başşehir Ötüken’de II. Göktürk Hakanlığı’nı kurdu (682). İl-teriş (devleti derleyip toplayan) unvanı ile hakan ilân edilen Kutluğ, on yıl kadar Çin’e ve itaat altına alınması gerekli topluluklar üzerine başarılı seferler yaptıktan sonra 692’de ölünce iki oğlu henüz küçük olduklarından (Bilge sekiz, Kültigin yedi yaşında idi), yerine yirmi yedi yaşındaki kardeşi ihtiraslı Kapgan (Fâtih) geçti. Türk tarihinin sayılı fâtihleri arasında yer alan Kapgan (692-716), Çin’i daima baskı altında tutmak, elli yıllık fetret döneminde Çin topraklarına yerleşmiş Türkler’i anavatan Ötüken’e çekmek, Asya’daki bütün Türkleri Göktürk sancağı altun kurt başlı tuğ altında toplamak gibi yüksek emellerini, Çin’e devamlı akınlar, On-oklar (Altaylar’ın batısında yaşayan Töles Türkleri’nden on boy), Türgişler (On-oklar’dan), Karluklar, Kırgızlar ve diğer kabileleri üzerindeki zaferleri ve Bilge’nin de katıldığı, fakat Tonyukuk’un idaresinde yapılıp Demirkapı’ya kadar uzanan meşhur Mâverâünnehir seferi ile gerçekleştirdi. Ancak şiddetli davranışları tepkilere yol açtığından Oğuzlar’ın bir suikastı sonucunda hayatını kaybetti (Temmuz 716); yerine hakan olan oğlu isyanları bastırıp yurda huzur getiremediği için Bilge ile Kültigin ve taraftarlarınca tertiplenen bir ihtilâlle tahtından indirildi, onun yerine Bilge hakan ilân edildi (716-734). Çin yıllıklarında savaş sanatının üstadı olarak anılan kardeşi Kültigin ordu kumandanlığını üstlendi; Tonyukuk ise meclis başkanlığı ve başbakanlık yapıyordu. Bilge’nin zamanı genellikle sakin geçti, ülkede asayiş sağlandı, memleket imar edildi. Bazı âbideler ve ünlü Orhon yazıtlarından Tonyukuk ve Kültigin adına dikilenler bu devrin yâdigârlarıdır. Bilge’nin 734’te zehirlenerek ölümünden sonra oğulları memlekete sahip olamadılar ve idare Oğuz boylarının meydana getirdiği Uygur birliğinin eline geçti (744).
Göktürk Hakanlığı, Türkler’in Asya Hunları’nınkinden sonra ikinci büyük devleti olup, Türk milletine ad vermek şerefinden başka, çöküşünü takip eden asırlardaki Türk ve Türk-İslâm siyasî teşekkülleri üzerinde Türklük damgasını ebedîleştirmek pâyesine yükselmiş, ondan ayrılıp bir yelpaze gibi etrafa yayılarak çeşitli adlar altında devletler kuran kütleler (Uygur, Türgiş, Karluk, Hazar, Peçenek, Kıpçak [Kuman] ve bütün Oğuz grupları ile Kimek, Kanglı, Çiğil, Yağma, Tohsı ve diğer daha küçük kabile birlikleri) artık hep Türk adını da taşımışlar ve Göktürk dil, inanç, edebiyat, sanat, gelenek ve göreneklerini korumuş ve devam ettirmişlerdir. Halen doğudan batıya Orta Asya, Türkistan, Mâverâünnehir, Kuzey Hindistan, Horasan, Azerbaycan, Suriye, Irak ve Anadolu Türkleri’yle Balkan Türkleri’nin önemli bir kısmı Göktürkler’in tarihî ve kültürel mirasını ortaklaşa paylaşmaktadırlar.
744’te Ötüken’de iktidara gelen, halkı dokuz adet Oğuz boyu ile beş kabile Uygur’dan meydana gelen Uygur (birleşmiş, müttefik) Hakanlığı ise bir asır kadar yaşadı. Başlangıçta “Bozkırlı” olarak din, hukuk, ekonomik hayat ve devlet anlayışı yönlerinden köylü ve asalak kültür mensubu topluluklardan farklı değerlere sahipken kudretli hakan Moyen-çor’dan (Bayan-çor) sonra tahta çıkan oğlu Bögü’nün (759-779), himaye maksadıyla Çin’e yaptığı seferler sırasında Maniheizm ile temasa gelerek ülkesine davet ettiği Mani rahiplerinin etkisi altında bu dini resmen kabul ve ilân etti (762). Böylece yavaş yavaş karakter değiştirerek “yerleşik topluluk” vasfına bürünme yoluna giren devlette Türk yazısı (Orhon alfabesi) yerine yabancı menşeli Uygur yazısı kabul edildi. Oldukça geniş topraklara hükmetmekle beraber hakanlık gittikçe zayıfladı ve nihayet 840’ta kuzeydeki Kırgız saldırılarına dayanamayarak dağıldı. Kutsal Türk yurdu Ötüken’i ele geçiren, fakat Orhon kültürünü tam idrak edemedikleri için orada fazla tutunamayan Kırgızlar, 920’lerde ülkeyi Moğollar’a (önce K’i-tanlar’a, 1209’dan itibaren Cengiz Moğolları’na) terkettiler.
Uygur hâkimiyetinin yıkılması yine büyük çapta göçlere sebep oldu; bir kısım Uygurlar Çin’e giderek Kansu havalisinde (Kan-çou Devleti: 847-940) K’i-tanlar’a, 1028’de Tangutlar’a, 1226’da Cengiz Han’a bağlandı (şimdiki Sarı Uygurlar’ın ataları); daha kalabalık bir kütle de İç Asya’ya yönelerek Doğu Türkistan (Turfan) Uygur Devleti’ni kurdular (846-1209, önce Moğol Karahıtaylar’a, sonra Cengiz Han’a bağlandı ve Uygur sülâlesi Çin’de Ming devrine kadar [1368] devam etti). Fakat bir yandan Maniheizm ve Budizm’in, diğer yandan yeni tabii ve kültürel çevrenin tesiriyle tamamen “yerleşik” hale geldiler. Bu yüzden varlıklarını, uzlaşmacı bir siyaset güderek, başta Çin olmak üzere komşuları ile ticarî ilişkiler içerisinde korumuşlar ve askerlikten ziyade tarım, ziraî sanatlar ve dinî edebiyat sahasında gelişme göstermişlerdir. Uygurca’ya tercüme edilen eserler (Altun Yaruk, Sekiz Yükmek vb.) yanında Turfan, Beşbalık, Bezeklik, Toyuk vb. şehirlerdeki renkli duvar resimleri, tezyinat ve ciltli kitaplara ilâveten çağdaş matbaa tekniğinin ilk tipi olan müteharrik (movable) hurufatla baskı usulünü (Avrupa’ya buradan intikal etmiştir) keşfetmeleri onların medenî seviyelerini göstermektedir.
Aslında Göktürk Hakanlığı’nın On-oklar grubundan iken 716 ihtilâlinden sonra müstakil hakanlık olarak harekete geçen Türgişler (717-766), bilhassa Hakan Su-lu idaresinde Orta Asya’daki Arap fütuhat teşebbüslerine karşı Türk topraklarını müdafaada dikkat çekici başarılar elde etmişlerdi. Daha sonra aynı bölgede iktidara gelen Karluklar da (766-849) önceleri Türgiş siyasetini gütmekte iken Çin’in Türkistan’a sarkmak, Türk memleketlerini nüfuzu altına almak eğilimi sezilince Arap kuvvetleriyle iş birliği yaparak müslümanların Çin karşısında ünlü Talas Savaşı’nı (751) kazanmalarını sağlamak gibi tarihî bir rol oynamışlardır. Yine Türk ve Türk-İslâm tarihi açısından çok önemli bir hadise de, 840’a kadar Ötüken Uygurları’nın siyasî üstünlüğünü tanımakta iken o tarihte Orhon bölgesinde iktidara gelen Kırgız hâkimiyetini reddederek, kendisini töre gereği Bozkırlar’ın meşrû hükümdarı ilân eden Karluk Yabgusu Bilge Kül Kadır’ın Karahan unvanı alması ile Orta Asya’da başşehri Kuz-ordu (veya Kara-ordu, Balasagun yanında) olan yeni bir devletin başlamasıdır. Bu yeni Karahanlı Devleti ise İslâmiyet’i resmen kabul eden ilk Türk siyasî kuruluşu olarak tanınmaktadır.
630’da Göktürk merkezî idaresinin çöküşü üzerine hakanlığın batı ucundaki Hazar denizi-Kafkaslar sahasında kendi başlarına buyruk Hazar Hakanlığı’nı (630-695) kuran Türkler’in Oğur ve Avar unsurları yanında esas kütlesini, vaktiyle Asya Hunları’na bağlı olup Bizans kaynaklarına göre (Priskos, V. yüzyıl), 461-465 yıllarında doğudan gelen tazyik dolayısıyla Batı Sibirya’daki yurtlarından Kafkaslar’a göçen ve hükümdarları Balak ve bilhassa hatunu Kraliçe Boğarık (515-532 [?]) zamanlarında, siyasî-askerî kudretleriyle seçkinleşen Sabarlar (Sibirya adı buradan gelir) teşkil ediyordu. Semantik açıdan Türkçe Sabar ve Hazar adları da aynı mânadadır. Hazar Hakanlığı, 350 yıl kadar hâkimiyeti altında tuttuğu Kafkaslar -Dinyeper- Kama (kuzeyde Volga nehrinin kolu) arasındaki geniş alanda otoriter bir hükümet kurmuş Orta Asya’yı Orta Avrupa’ya, İskandinavya’yı Yakındoğu’ya bağlayan başlıca kara ve nehir yollarının üzerinde bulunmasından dolayı o devirde pek yoğun ticarî faaliyetten elde ettiği transit gelirleriyle zenginlik ve refaha kavuştuğu için asayişi, kervan ve su yollarının emniyetini muntazam teşkilâtlı ordusu sayesinde korumak suretiyle Avrupa’nın doğu bölgesinde bir “Pax Khazarica” (Hazar barışı) çağı gerçekleştirmeyi başarmıştı. Başşehir Hanbalık ve diğer şehirlerinde türlü dilden, dinden, soydan tüccar gruplarının kaynaştığı ülkede çeşitli diller konuşuluyor, türlü yazılar kullanılıyor, müslümanların camileri, hıristiyanların kiliseleri ve yahudilerin sinagogları yan yana bulunuyordu. Temeli ticarete dayalı memleketin Türk devlet ve ülkeleri açısından bir istisna teşkil eden bu durumunu kalabalık Slav tebaa istismar etti. Ruslar, kendilerinin Kiyef etrafında bir knezlik (beylik) kurmalarına bile yardım etmiş olan efendileri Hazar Hakanlığı’nı sinsice veya açıkça devamlı saldırılar neticesinde yıktılar (965). Hazar denizi bu Türkler’in adı ile anıldığı gibi bugün Mûsevîliğin bir mezhebi olan Karay inancına sahip Türkler de (Karaim) daha çok Hazarlar’ın torunları sayılmaktadırlar.
BİBLİYOGRAFYA
Dîvânü lugāti’t-Türk Tercümesi, I, 453, 458.
V. V. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler (trc. Ragıp Hulûsi), İstanbul 1927.
R. Grousset, L’empire des steppes, Paris 1941.
W. Eberhard, Çin’in Şimal Komşuları, Ankara 1942.
a.mlf., Çin Tarihi, Ankara 1947.
a.mlf., “Çin Kaynaklarına Göre Orta ve Garbi Asya Halklarının Medeniyeti”, TM, VII-VIII (1942), s. 140-150, 170-175.
a.mlf., “Tobalar Etnik Bakımdan Hangi Zümreye Girerler”, DTCFD, sy. 1-2 (1943), s. 19-32.
R. Ghirshman, Les Chionites-Hephthalites, Kahire 1948.
Bahaeddin Ögel, İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Ankara 1962.
a.mlf., “Uygurların Menşei Efsanesi”, DTCFD, VI/1-2 (1948), s. 17-24.
a.mlf., “İlk Töles Boyları: Ugur, Ting-ling ve Kao-ch’ê’ler”, TTK Belleten, XII/48 (1948), s. 795-831.
a.mlf., “Uygur Devletinin Teşekkülü ve Yükseliş Devri”, TTK Belleten, XIX/75 (1955), s. 331-376.
a.mlf., “Doğu Göktürkleri Hakkında Vesikalar ve Notlar”, TTK Belleten, XXI/81 (1957), s. 81-137.
W. Samolin, East Turkestan to the Twelfth Century, The Hague 1964.
D. M. Dunlop, The History of the Jewish Khazars, Princeton 1967.
Tsai Wen-shen, Li-Te-yü’nün Mektuplarına Göre Uygurlar, Taipei 1967.
C. Mackerras, The Uighur Empire (744-840), Canberra 1968.
Talat Tekin, A Grammar of Orkhon Turkic, Bloomington 1968.
K. Czeglédy, Nomad népek vándorlása napkelettöl napnyugatig, Budapest 1969.
L. Ligeti, Bilinmeyen İç Asya (trc. Sadrettin Karatay), İstanbul 1979, I-II.
a.mlf., “Kırgız Kavim İsminin Menşei”, TM, I (1925), s. 235-249.
L. Rásonyi, Tarihte Türklük, Ankara 1971.
Hakkı Dursun Yıldız, “Talas Savaşı Hakkında Bazı Düşünceler”, Cumhuriyetin 50. Yılına Armağan (haz. İÜ Ed.Fak.), İstanbul 1973, s. 71-82.
Ş. Baştav, “Sabir Türkleri”, TTK Belleten, V/17-18 (1941), s. 53-99.
Şehabeddin Tekin, “Mani Dininin Uygurlar Tarafından Devlet Dini Olarak Kabul Edilişinin 1200. Yıldönümü Dolayısı ile Birkaç Not (762-1962)”, TDAY Belleten, 1962 (1963), s. 1-11.
Masao Mori, “A-Shih-tê Yüan-chên ve Tonyuquq”, İTED, V/1-4 (1973), s. 87-89.
İbrahim Kafesoğlu, “Türkler”, İA, XII/2, s. 142-261.
https://islamansiklopedisi.org.tr/asya#5-islami-donem
3. İslâmî Dönem. İslâm dininin Arabistan’da ortaya çıkışı (610) dünya tarihinde, özellikle de Asya tarihinde önemli bir dönüm noktası teşkil eder. İslâmiyet ortaya çıkışından sonraki ilk yüzyıl içinde Arap yarımadasından başlayarak Ön Asya, Anadolu, Azerbaycan, Orta Asya, Hindistan ve Uzakdoğu’ya kadar yayılmıştır. Kısa sürede bu kıtanın Araplar, İranlılar, Türkler, Gurlular, Moğollar, Hintliler, Çinliler gibi kalabalık, farklı ırk ve inançlara mensup milletleri geniş ölçüde bu yeni dini benimsediler.
1. Güneybatı Asya. a) Arap Yarımadası. Hz. Muhammed İslâmiyet’i tebliğ ederken karşılaştığı güçlükler yüzünden Mekke’den Medine’ye hicret etmiş ve o güne kadar tek bir hükümdarın hâkimiyeti altında birleşmemiş olan bir ülkede İslâm devletini kurmuştur (622). Mekke’nin fethiyle (630) İslâm devleti Arabistan’ın en güçlü siyasî teşekkülü haline gelmiş ve bütün yarımada bu devletin hâkimiyeti altına girmeye başlamıştır.
Hz. Ebû Bekir (632-634), Hz. Peygamber’in ölümüyle ortaya çıkan isyan ve irtidad olaylarını bastırdıktan sonra fetih harekâtını başlattı ve 633’te Irak’taki Hîre’yi İslâm topraklarına kattı. Fetih harekâtı Hz. Ömer devrinde (634-644) daha yoğun bir şekilde sürdürüldü. Irak ve İran’ın büyük bir kısmı fethedilerek Sâsânî Devleti’ne son verildiği gibi Suriye de zaptedilerek Bizans İmparatorluğu’na ağır bir darbe indirildi. Hz. Osman zamanında (644-656) İslâm devletinin sınırları Taberistan ve Horasan’a kadar uzandı. Hz. Ali dönemi (656-661) ise daha çok iç karışıklıklarla geçti.
Muâviye b. Ebû Süfyân tarafından kurulan Emevîler Devleti (661-750) Asya’daki ilk İslâm hânedanı olup bu dönemde İslâmiyet kıtanın en uzak sınırlarına ulaştı. Kuteybe b. Müslim kumandasındaki İslâm orduları Tohâristan, Soğd, Buhara, Semerkant, Hârizm ve Fergana’yı fethederek Doğu Türkistan’daki Kâşgar’a kadar uzandı. Muhammed b. Kāsım da İndus vadisine kadar inip Belûcistan, Pencap ve Sind’i fethetti. Budizm’in önemli merkezi Mültan ele geçirildi. İslâm mücahidleri ileri harekâta devam ederek Çin sınırına dayandı. Ayrıca Bizans hâkimiyetindeki Anadolu’ya akınlar düzenlendi. Ancak takip ettikleri hatalı politika sebebiyle vuku bulan isyanlar sonunda Emevîler’in yıkılması üzerine devlet idaresi Abbâsîler’e geçti (750-1258). Abbâsîler devrinde Bizans’ın Asya’daki topraklarına başarılı akınlar tertip edildi. Bu dönemde Asya ilim, kültür ve medeniyet sahasında önemli gelişmelere sahne oldu. Fakat IX. yüzyılın sonlarına doğru devletin siyasî birliği çözülmeye ve muhtelif bölgelerde mahallî hânedanlar kurulmaya başladı. X. yüzyılda Büveyhîler tarafından baskı altında tutulan ve makamlarından uzaklaştırılan Abbâsî halifeleri Selçuklu Türkleri’nin müdahalesiyle bu durumdan kurtuldular. Müktefî ve Nâsır-Lidînillâh gibi bazı halifeler devrinde yeniden toparlanma imkânı bulan Abbâsî Devleti Moğol istilâsına karşı koyamamış ve İlhanlı Hükümdarı Hülâgû’nun Bağdat’ı işgal edip son halife Müsta‘sım-Billâh’ı öldürtmesiyle ortadan kaldırılmıştır (1258).
Abbâsîler devrinde Arabistan’ın çeşitli yerlerinde kurulan hânedanlardan biri de Karmatîler’dir (899-976). Merkezleri Bahreyn olan Karmatîler Şiî-İsmâilî fikirlere sahipti. 929’da Mekke’yi yağmalayarak Hacerülesved’i alıp götürdüler. Fakat daha sonra Fâtımîler’in müdahalesiyle geri vermek zorunda kaldılar. Yemen’de kurulmuş olan Suleyhîler de (1047-1138) Karmatîler gibi Şiî-İsmâilî düşünceyi benimsemişlerdi. Aynı bölgede kurulan (1229) ve Eyyûbîler’in etkisiyle Sünnî bir politika takip eden Resûlîler varlıklarını 1454’e kadar sürdürdüler. Kuzey Afrika’da kurulan ve daha sonra Mısır’ı ele geçiren Fâtımîler (909-1171) Yemen ve Suriye’nin bazı şehirlerinde X-XII. yüzyıllarda hâkimiyet kurdular. Bunlardan başka Ziyâdîler (819-1021), Ya‘furîler (861-963), Necâhîler (1021-1136), Süleymânîler (1058-1251), Zürey‘îler (1083-1173) ve Hemdânîler (1099-1161) gibi bazı hânedanlar da Arabistan’da hüküm sürmüşlerdir.
Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin Fâtımîler’e son vererek Mısır’da kurduğu Eyyûbîler Devleti (1171-1462) daha sonra Suriye, Yemen ve Diyarbekir’i de hâkimiyet sahalarına dahil etmiştir. Eyyûbîler takip ettikleri siyasetle çeşitli İslâm kavimlerini ortak bir gaye uğrunda bir araya getirerek Haçlılar’a ağır bir darbe indirmeye muvaffak oldular. Selâhaddîn-i Eyyûbî 1187’de kazandığı Hittîn zaferinden sonra 15 Temmuz 1099’dan beri Haçlı işgali altındaki Kudüs’ü tekrar İslâm âlemine kazandırdı ve Eyyûbîler Haçlılar’ı birkaç sahil şehri hariç sahip oldukları bütün şehirlerden uzaklaştırdılar. Selâhaddîn-i Eyyûbî ölümünden (1193) önce ülkeyi oğulları ve hânedanın diğer mensupları arasında taksim etti. el-Melikü’l-Kâmil’in 1238’de ölümü üzerine Eyyûbîler iç karışıklıklar yüzünden zayıflamış, fakat Asya’daki hâkimiyetlerini çeşitli kollar halinde 1462 yılına kadar muhafaza etmişlerdir.
Mısır ve Suriye’de Eyyûbîler’den zengin bir miras devralan Memlükler (1250-1517) Moğollar’ı Aynicâlût’ta ağır bir bozguna uğratarak (1260) İslâm dünyasını büyük bir tehlikeden kurtardılar. Böylece Moğol istilâsı durdurulduğu gibi Suriye ve Filistin’deki Haçlı kalıntıları da temizlenmiş, Kilikya Rupen Krallığı’na son verilmiş ve Kıbrıs ele geçirilerek buranın dinî-askerî vasıflı korsanların yatağı olması önlenmiştir. Ayrıca Batı Avrupa’dan Akdeniz yoluyla Mısır’a yapılan hücumlara engel olunarak başta Haremeyn-i şerîfeyn olmak üzere bütün Arabistan himaye altına alınmıştır. İlim, kültür ve medeniyet sahasında da önemli eserler meydana getirilmiştir. Yavuz Sultan Selim 1517’de Suriye ve Mısır’ı alarak Memlükler Devleti’ne son vermiştir.
Abbâsîler’in Türk asıllı Mısır valisi Ahmed b. Tolun tarafından kurulan Tolunoğulları 868-905 yılları arasında Mısır ve Suriye’de hüküm sürmüştür. Humâreveyh devrinde el-Cezîre’yi de hâkimiyet sahalarına katan Tolunoğulları, Abbâsî kumandanı Muhammed b. Süleyman tarafından ortadan kaldırıldı. Abbâsîler’in hizmetindeki bir Türk kumandanı olan Muhammed b. Tuğc’un Mısır’da kurduğu İhşîdîler (935-969) zamanla Suriye ve Hicaz’ı da hâkimiyetleri altına aldılar ve Fâtımîler tarafından yıkıldılar. 990-1096 yılları arasında Kuzey Suriye’de hüküm süren Ukaylîler ise Suriye Selçukluları tarafından yıkıldı. Sâlih b. Mirdâs’ın 1023’te Halep’te kurduğu Mirdâsîler hânedanı 1038’den itibaren dört yıl boyunca Fâtımîler’e tâbi oldular. Daha sonra Abbâsî ve Selçuklu hâkimiyetini kabul ettiler ve 1079’da Ukaylîler tarafından tarih sahnesinden silindiler. İlim ve kültüre yaptıkları hizmetler ve Haçlılar’a karşı mücadeleleriyle meşhur olan Ammâroğulları 1070-1109 yılları arasında Trablusşam’da hüküm sürdüler.
1078’de Sultan Melikşah’ın kardeşi Tâcüddevle Tutuş tarafından kurulan Suriye Selçukluları Filistin, Suriye ve Kuzey Irak’a hâkim olmuş, bir ara hâkimiyet sahalarını güneyde Mısır’a, kuzeyde Diyarbekir’e kadar uzatmıştır. Tutuş’un 1095’te ölümü üzerine Suriye Selçukluları Dımaşk ve Halep olmak üzere iki kola ayrıldı ve birincisi 1104, ikincisi de 1118’de yıkıldı. Dımaşk Selçuklu Meliki Dukak’ın 1104’te ölümü üzerine atabegi Tuğtegin tarafından kurulan Börîler (Dımaşk Atabegliği) 1154’e kadar varlığını sürdürmüş, Bâtınîler’e ve Haçlılar’a karşı başarıyla mücadele etmişlerdir. Börîler devrinde Dımaşk mimari, iktisadî, ticarî açıdan büyük bir gelişme göstermiştir.
Abbâsîler’in Musul valisi Ebü’l-Heycâ tarafından 905’te Musul’da kurulan Hamdânîler, Nâsırüddevle Hasan zamanında tamamen bağımsız hareket ederek hâkimiyet sahalarını Diyârırebîa’dan Suriye içlerine kadar genişlettiler. Musul kolu 981’de Büveyhîler’e tâbi oldu ve nihayet 991’de Ukaylîler tarafından yıkıldı. Halep kolu ise Bizans İmparatorluğu’nun müdahalesine rağmen varlığını sürdürdü. Fâtımîler 1004’te şehri istilâ ederek Hamdânîler’e son verdiler. 990-1117 tarihleri arasında Irak-İran sınırında Annâzîler hüküm sürdüler. Ali b. Mezyed el-Esedî’nin 961’de merkezî Irak’ta kurduğu Mezyedîler, özellikle Seyfüddevle Sadaka zamanında Selçuklu hânedanı mensupları arasındaki taht kavgalarından faydalanarak çok güçlendiler. Fakat Muhammed Tapar Sadaka’yı öldürterek nüfuzlarını kırdı ve hânedan 1150’de Irak Selçukluları tarafından ortadan kaldırıldı.
Muhammed Tapar’ın oğlu Mahmud tarafından 1118’de kurulan Irak Selçukluları, Büyük Selçuklu Sultanı Sencer’e tâbi olarak 1194’e kadar Irâk-ı Arab, Irâk-ı Acem’in batı tarafı ve Azerbaycan bölgesinde hüküm sürdü ve Hârizmşah Tekiş tarafından ortadan kaldırıldı. Merkezi Erbil olan Begteginliler 1144-1232 yılları arasında Şehrizor, Tikrît, Sincar ve Harran civarına hâkim oldular. İmâdüddin Zengî tarafından kurulan Zengîler 1127-1222 tarihleri arasında el-Cezîre ve Suriye’de hüküm sürmüşlerdir. Irak ve Suriye’yi kendi hâkimiyeti altına almak isteyen Zengî, Dımaşk Atabegliği (Börîler) ve Haçlılar’la kıyasıya mücadele etmiş, 1144’te Urfa’yı Haçlı istilâsından kurtararak İslâm dünyasını sevince boğmuş ve haklı bir şöhrete kavuşmuştur. Zengî’nin 1146’da ölümü üzerine hânedan Halep ve Musul olmak üzere iki kola ayrılmıştır. Zengîler muhtelif şehirlerde yaptırdıkları medrese, cami, hastahane ve kervansaraylarla İslâm kültür ve medeniyetine hizmet etmişlerdir.
b) İran. İslâmiyet’in ortaya çıkışı sırasında Sâsânî hâkimiyetinde bulunan İran’ın büyük bir kısmı Hz. Ömer devrinde vuku bulan Kādisiye (637), Celûlâ (637) ve Nihâvend (642) savaşlarından sonra İslâm orduları tarafından fethedildi. Hz. Osman ve Emevîler devrinde de sürdürülen fetih harekâtıyla İran’ın tamamı İslâm hâkimiyeti altına alındı. Bu dönemde Hazar denizi sahillerinde kurulmuş olan (665) Bâvendîler varlıklarını üç kol halinde 1349’a kadar sürdürdüler. Horasan’da başlatılan isyan sonunda Emevîler yıkılıp Abbâsîler iktidara gelince (750) diğer İslâm ülkeleri gibi İran da onlara tâbi oldu. Abbâsîler’in X. yüzyılın ilk yarısından itibaren çözülmeye başlaması üzerine İran’da bazı mahallî hânedanlar ortaya çıktı. Bunların en önemlilerinden biri olup Horasan’da kurulan Tâhirîler (821-873), Saffârîler ve Sâmânîler tarafından yıkıldı. Onların yerini Sîstan’da kurulan Saffârîler (867-1495) aldı. Zamanla bütün İran’a hâkim olan Saffârîler bununla da yetinmeyerek Mâverâünnehir’i ele geçirmeye kalkışınca Sâmânîler’le karşı karşıya geldiler ve sonunda Sâmânîler Sîstan’a hâkim oldular. Bununla beraber Saffârîler Gazneliler, Selçuklular ve Gurlular’a tâbi olarak Moğol ve Timurlu istilâsından sonra da 1495’e kadar varlıklarını sürdürdüler. Bir Türk hânedanı olan Sâcoğulları 889-930 yılları arasında Azerbaycan’da hüküm sürdüler. 916’da Kuzeybatı İran’da, Deylem ve Azerbaycan’da hâkimiyet kuran Müsâfirîler 1090’da yerlerini Hasan Sabbâh tarafından kurulan İsmâilî Devleti’ne terketmek zorunda kaldılar. X. yüzyılda Kirman’da İran asıllı bir hânedan olan İlyâsîler hâkimiyet tesis etti. İran’da kurulmuş hânedanlardan biri de X-XI. yüzyıllarda Horasan’da hüküm süren Simcûrîler’dir. X. yüzyılda Azerbaycan’da kurulan Revvâdî hânedanı Selçuklular’a tâbi olarak 1071’e kadar varlıklarını korudu ve Ahmedîlîler tarafından yıkıldılar. 916’da Deylem ve Azerbaycan’a hâkim olan Müsâfirîler 1090’da Alamut İsmâilîleri tarafından ortadan kaldırıldılar. İran’da kurulmuş olan başka bir hânedan da Ziyârîler olup 927-1090 tarihleri arasında Taberistan’da hüküm sürmüşler ve İsmâilîler tarafından yıkılmışlardır. İran’da hüküm süren Deylemli hânedanların en büyüğü olan Büveyhîler (932-1062) Bağdat’a girerek (945) Abbâsî halifelerini 110 yıl boyunca vesâyet altında tuttular. Büveyhîler’in en büyük hükümdarlarından Adudüddevle Irak, Güney İran ve Uman’ı hâkimiyeti altına alarak Ziyârîler, Hamdânîler ve Sâmânîler gibi hânedanlara karşı genişleme politikası takip etti. Adudüddevle’nin ölümünden sonra aile içinde büyük bir mücadele başladı ve bazı topraklar Gazneliler tarafından ilhak edildi. 951’de kurulan ve Arrân, Doğu İrmîniye ve Kuzey İran’da hüküm süren Şeddâdîler’in bir kolu Selçuklular (1075), bir kolu da Gürcüler tarafından ortadan kaldırıldı (1174). Büveyhîler’in çöküş döneminde Orta ve Batı İran’da hüküm süren Kâkeveyhîler (1008-1051) daha sonra Selçuklular’a tâbi olarak 1119’a kadar varlıklarını muhafaza ettiler.
İran’da hâkimiyet tesis etmiş olan devletlerin en büyüklerinden biri olan Büyük Selçuklular’ın (1040-1157) ilk hükümdarı Tuğrul Bey 1055’te Bağdat’a girerek Abbâsîler’i Büveyhîler’in tahakkümünden kurtardığı gibi halefi Alparslan da Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’i yenerek kazandığı Malazgirt Zaferi’yle (26 Ağustos 1071) Anadolu’yu Türkler’e açtı. Oğlu Melikşah döneminde devletin sınırları Kâşgar’dan İstanbul’a ve Akdeniz’e, Kafkaslar’dan ve Aral gölünden Hint denizi ve Yemen’e kadar genişledi. Onun ölümüyle başlayan fetret devrinde devlet zayıfladı ve Sencer’in 1118’de tahta geçmesiyle Selçuklular ikinci imparatorluk devrini yaşadılar. İslâm dünyasını Bâtınîler, Haçlılar ve Bizans’a karşı başarıyla müdafaa eden Büyük Selçuklular Katvân’da Karahıtaylar karşısında mağlûp olunca büyük bir sarsıntı geçirdiler (1141) ve nihayet Oğuz istilâsıyla yıkıldılar (1157). İran’da hüküm süren Kirman Selçukluları 1048’de Çağrı Bey’in oğlu Kavurd tarafından kurulmuş ve Oğuz beylerinden Emîr Dînâr’ın 1187’de başşehir Berdesîr’i istilâsına kadar bölgede hüküm sürmüşlerdir. Hasan Sabbâh tarafından Elburz dağları üzerindeki Alamut’ta kurulan (1091) İsmâilîler (Haşşâşîn) hânedanı etrafa dehşet saçan cinayetleriyle 1256 yılına kadar ayakta kaldı ve söz konusu tarihte Hülâgû tarafından yıkıldılar. Suriye’deki kol ise 1273’e kadar varlığını korudu.
İran’ın Fars eyaletinde hüküm süren bir Türk hânedanı olan Salgurlular, 1148’de Muzafferüddin Sungur tarafından kuruldu. Önce Selçuklular’a, daha sonra da Hârizmşahlar ve Moğollar’a tâbi olan Salgurlular’ın son hükümdarı Atabeg Âbiş Hatun Hülâgû’nun oğlu Mengü Timur ile evlenmiş ve ülke toprakları İlhanlı hâkimiyetine girmiştir (1286). Kuzeybatı İran’ı ellerinde tutan İldenizliler (1137-1225), Irak Selçukluları’ndan Arslan b. Tuğrul zamanında hâkimiyetlerini güneyde İsfahan’a, kuzeyde Gürcistan ile Şirvan’a kadar yaydılar ve Hârizmşahlar tarafından yıkıldılar. Kirman 1222-1306 yılları arasında Barak Hâcib tarafından kurulan Kutluğhanlılar sülâlesinin hâkimiyetindeydi. Cengiz Han’ın torunu Hülâgû tarafından 1256’da kurulan İlhanlılar İran, Irak, Kafkasya ve Anadolu’da hüküm sürdüler. 1256’da İsmâilîler’in karargâhı Alamut’u, 1258’de Abbâsîler’in başşehri Bağdat’ı ele geçiren Hülâgû Filistin’de Aynicâlût’ta Memlük kuvvetlerine mağlûp oldu (1260). Kubilay Han’ın 1294’te ölümünden itibaren Çin’deki büyük hanlarla irtibatları kopan İlhanlılar, Ebû Saîd’in meşrû bir vâris bırakmadan ölümüyle Celâyirliler vb. mahallî hânedanların tahakkümü altına girdiler ve 1353’te yıkıldılar. Birçok karışıklıklara rağmen İlhanlılar devrinde İran refah içinde yaşadı. İlhanlı başşehirleri Tebriz ve Merâga önemli bir ilim ve kültür merkezi haline geldi. Özellikle fen bilimleri ve tarih yazıcılığı alanında ciddi gelişmeler oldu. 1314-1393 tarihleri arasında Güney İran’a Muzafferîler hâkim oldular. Timur 1393’te İran’ı istilâ ettiği sırada Muzafferîler’in son hükümdarı Mansûr bütün Fars ve Irak’ı yönetimi altında tutmaktaydı. Hânedan, mensupları arasındaki mücadeleler sonunda zayıfladı ve Timurlular tarafından yıkıldı. İlhanlı valilerinden Hasan-ı Büzürg tarafından kurulan Celâyirliler 1336-1432 yılları arasında Irak ve Azerbaycan’da hüküm sürmüş ve toprakları Karakoyunlular tarafından istilâ edilmiştir. 1378’de Diyarbekir’de kurulan Akkoyunlu hânedanı zamanla İran üzerinden Horasan’a, Irak ve Fars körfezine kadar uzanan sahaya hâkim oldu. Uzun Hasan zamanında güçlü bir devlet haline gelen Akkoyunlular 1473’te Osmanlılar karşısında mağlûp olmuş, 1508’de Safevîler tarafından ortadan kaldırılmışlardır. 1380’de Van ve Urmiye gölleri çevresinde kurulan Karakoyunlular zamanla Azerbaycan ve Anadolu’nun doğusunu, Irak, Fars, Kirman ve Uman’ı da hâkimiyet sahalarına kattılar ve 1468’de Akkoyunlular tarafından yıkıldılar.
Adını Şeyh Safiyyüddin’den alan Safevî hânedanı 1501’de Şah İsmâil tarafından kuruldu. 1509’da Bağdat’ı ele geçiren Şah İsmâil ertesi yıl Şeybânîler’i Merv yakınında mağlûp ederek sınırlarını İran’dan Ceyhun nehrine kadar genişletti. Osmanlılar’la uzun ve sürekli bir mücadeleye giren Safevîler zaman zaman Avrupa devletleriyle müttefik oldular. II. Abbas’ın 1666’da ölümünden sonra çökmeye başlayan Safevîler 1732’de Avşar Hükümdarı Nâdir Şah tarafından yıkıldı. Safevîler’in Horasan, Kirman, Sîstan ve Mâzenderan valisi olan Nâdir Şah 1736’da bağımsız Avşarlılar hânedanını kurdu ve Osmanlılar’a müracaat ederek mezhep ayrılıklarından kaynaklanan savaşlara son verilmesini istedi. Ancak bu arzusunu gerçekleştiremedi. Nâdir Şah’ın 1747’de öldürülmesiyle Avşarlılar’ın ihtişamı söndü ve hânedan 1795’te Zendler tarafından yıkıldı. Muhammed Kerim Han 1750’de Zendler hânedanını kurdu. Onun zamanında İran ile Avrupa ülkeleri arasında ticaret çok gelişti. Fakat ölümü üzerine ülkede iktidar kavgası başladı. Bu yüzden rakipleri Kaçarlar karşısında tutunamadılar ve İsfahan’ı onlara terkederek kaçtılar. Son hükümdar Lutf Ali Han Kirman’da öldürülünce İran’ın tamamı Kaçarlar’ın eline geçti (1794). Kaçarlar hânedanının kurucusu Ağa Muhammed Han Anadolu’daki Türkmen kabilelerinden birine mensuptu. 1779’da Esterâbâd’da bağımsızlığını ilân etti ve Zendler’i bertaraf ettikten sonra Tahran’ı başşehir yaptı. Kaçarlar hânedanı Ruslar’la yaptıkları mücadelede başarılı olamadılar ve 1828 Türkmençay Antlaşması’yla Azerbaycan’ı kaybettiler. Rızâ Şah Pehlevî 1924’te Kaçarlar hânedanına son verdi.
c) Anadolu. İslâm’ın yayılışı sırasında Bizans İmparatorluğu’nun hâkimiyetinde bulunan Anadolu Emevîler ve Abbâsîler zamanında birçok akınlara mâruz kaldı ve hemen her yaz kış gerçekleştirilen bu seferler sonunda bazı şehir ve kaleler fethedildi. Anadolu’ya ilk Selçuklu akını 1015-1021 tarihleri arasında Çağrı Bey tarafından yapıldı. Keşif mahiyetindeki bu ilk seferi çeşitli Türk beylerinin gerçekleştirdiği diğer seferler takip etti. Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşundan itibaren daha sistemli bir şekilde sürdürülen bu akınlar 26 Ağustos 1071’de Malazgirt Zaferi’yle sonuçlandı ve Anadolu kapıları Türkler’e açıldı. Malazgirt Zaferi’nden sonra Alparslan kumandanlarını Anadolu’nun fethine memur etti ve çok kısa bir zaman içerisinde Anadolu’nun büyük bir kısmı Türkler’in eline geçti. Anadolu’nun fethiyle görevlendirilen bu Türk beyleri fethettikleri yerlerde kendi adlarıyla çeşitli beylikler kurmuşlardır. Bunların en önemlilerinden biri olan Dânişmendliler 1071-1178 yılları arasında Sivas, Malatya, Kayseri, Tokat, Amasya ve civarında hüküm sürmüşlerdir. Haçlılar’a karşı önemli zaferler kazanan ve bir ara Anadolu’nun en güçlü devleti haline gelen ve Melik Muhammed’in 1143’te ölümü üzerine iki kola ayrılan Dânişmendliler’in Sivas kolu 1175, Malatya kolu ise 1178’de Anadolu Selçukluları tarafından yıkıldı. Malazgirt Zaferi’nden sonra Erzincan, Kemah, Divriği ve Şebinkarahisar’ı fetheden Mengücük Gazi tarafından kurulan Mengücüklüler 1228’e kadar varlıklarını sürdürdüler. Anadolu’da kurulan ilk Türk beyliklerinden biri olan Saltuklular ise 1071-1202 tarihleri arasında Erzurum, Pasinler, Tercan, İspir, Oltu, Tortum, Micingerd, Bayburt ve civarında hâkimiyet kurdular. 1085-1394 yılları arasında Bitlis ve Erzen şehirlerinde hüküm süren Dilmaçoğulları’nın Bitlis kolu Ahlatşahlar, Erzen kolu da Timurlular tarafından ortadan kaldırıldı.
Batı Anadolu’da ise Çaka Bey tarafından İzmir’de kurulan (1081-1096) Türk beyliği zamanla Urla ve Foça şehirleriyle Midilli, Sakız, Sisam, İstanköy ve Rodos adalarını da hâkimiyet alanlarına kattı. Tanrıbermiş adlı başka bir Türk beyi de aynı tarihlerde Efes’te bağımsız bir beylik kurdu.
Sultan Melikşah zamanında Kutalmış’ın oğulları Süleyman Şah, Mansûr, Alp İlig ve Devlet Orta Anadolu’yu geçerek Marmara denizi sahillerine kadar geldikleri gibi diğer bazı Selçuklu beyleri de Orta ve Batı Anadolu’da faaliyetlerini sürdürdüler. Anadolu’da kurulan beyliklerin en eskilerinden biri olan Mervânîler 983-1085 yılları arasında Diyarbekir, Ahlat ve Malazgirt’te hüküm sürmüşlerdir. Nasrüddevle Ahmed b. Mervân’ın elli yıldan fazla süren emirliği zamanında en müreffeh dönemlerini yaşayan Mervânîler’in ülkesi Sultan Melikşah zamanında Selçuklu topraklarına katıldı. Adını Artuk b. Eksük adlı bir Türk beyinden alan Artuklu hânedanı üç kola ayrılarak 1102-1408 tarihleri arasında Hısnıkeyfâ, Âmid, Mardin, Meyyâfârikīn ve Harput’ta hüküm sürdü. Haçlılar karşısında başarıyla mücadele eden ve zaman zaman onlara ağır darbeler indiren Artuklu hükümdarları XIII. yüzyılda Anadolu Selçukluları’na, Hârizmşahlar’a ve nihayet Moğollar’a itaat arzettiler ve 1408’de Karakoyunlular tarafından ortadan kaldırıldılar.
Osmanlılar’dan önce Anadolu’da kurulan devletlerin en büyüğü, hiç şüphesiz Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından İznik’te kurulan (1075) Anadolu Selçuklu Devleti idi. Süleyman Şah İznik’e iyice yerleştikten sonra hâkimiyet sahasını genişletmek maksadıyla Güneydoğu Anadolu istikametinde sefere çıktı ve Tarsus, Adana, Misis, Aynizerbâ, Antakya, İskenderun, Gaziantep, Artah, Hârim, Tel Bâşir, Göksun ve Ra‘bân’ı fethedip topraklarına kattı. Onun Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’yi de kendi topraklarına katmak istemesi Tutuş ile savaşmasına ve ölümüne sebep oldu (1086). Altı yıl sonra yerine geçen oğlu I. Kılıcarslan Bizans İmparatorluğu ve Haçlılar’la mücadele etti, zaman zaman onlara ağır darbeler indirmesine rağmen başşehri İznik’in 19 Haziran 1097’de Haçlılar tarafından işgaline ve Bizans’a teslim edilmesine engel olamadı. Bu yüzden Kılıcarslan Marmara sahillerini bırakıp Orta Anadolu’ya çekildi ve Konya’yı başşehir yaptı, daha sonra da şark seferine çıktı. Malatya’yı aldıktan sonra Musul ileri gelenlerinin daveti üzerine Nisan 1107’de bu şehre girdi ve Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Tapar adına okunmakta olan hutbeye son verdi. Fakat Büyük Selçuklu Emîri Çavlı ile yaptığı savaşta mağlûp oldu ve Habur nehrinde boğularak öldü (Temmuz 1107). Onun ölümüyle Anadolu Selçuklu Devleti büyük sarsıntı geçirdi ve Bizans İmparatorluğu Anadolu’daki bazı yerleri istilâ etti. Ermeniler de Maraş, Elbistan ve Ceyhan yöresini işgale başladılar. Haçlılar ise devamlı olarak Türk topraklarına saldırılar düzenliyorlardı. Sultan Mesud devrinde Anadolu’da üstünlük Dânişmendliler’e geçti ve bu durum Dânişmendli Melik Muhammed’in 1148’de ölümüne kadar sürdü. Sultan II. Kılıcarslan zamanında Malazgirt Zaferi’nden yaklaşık bir asır sonra Miryokefalon’da (Myriakephalon) Bizans’a ikinci ağır darbe indirildi ve Bizans’ın Anadolu’yu istilâ ümitleri tamamen yok edildi (1176). I. Gıyâseddin Keyhusrev devrinde Antakya, I. İzzeddin Keykâvus zamanında da Sinop fethedilerek Akdeniz ve Karadeniz’de Türk ticaretinin gelişmesi için büyük gayret sarfedildi. I. Alâeddin Keykubad dönemi Anadolu Selçukluları’nın zirvede olduğu bir dönemdir. İktisadî, ticarî, siyasî ve askerî sahalarda büyük başarı sağlanmış, Alanya da bu sırada fethedilmiştir (1221-1223). I. Alâeddin ayrıca ilim, kültür ve sanatın gelişmesinde de önemli rol oynamıştır. II. Gıyâseddin Keyhusrev zamanında vuku bulan Babaî İsyanı (1240) Selçuklu Devleti’ni zayıf düşürmüş ve bundan faydalanan Moğollar 4 Temmuz 1243 tarihinde Kösedağ’da Selçuklu ordusunu mağlûp etmiştir. Bu bozgundan sonra Anadolu 1277’ye kadar Moğol valileri tarafından idare edilmiştir. Memlük Sultanı Baybars, Selçuklu devlet adamlarının daveti ve ülkesine sığınmış olan bilginlerin teşvikiyle Anadolu’ya gelmiş ve 15 Nisan 1277’de Moğol ordularını ağır bir bozguna uğratmıştır. Fakat Haziran 1277’de Anadolu’ya gelen Abaka Han birçok şehri yakıp yıktı. II. Gıyâseddin Mesud devrinde devletin siyasî, askerî ve malî sahadaki bütün makamları Moğollar’ın eline geçti. II. Gıyâseddin Mesud 1298’de azledilerek yerine III. Alâeddin Keykubad getirildi. 1302’de o da aynı âkıbete uğradı ve II. Gıyâseddin Mesud tekrar Selçuklu tahtına geçti; onun ölümüyle Anadolu Selçuklu Devleti de ortadan kalkmış oldu (1308).
Taht kavgalarının bütün şiddetiyle devam ettiği dönemde İslâm dünyası hilâl-haç mücadelesinin en mühim bir safhasını teşkil eden Haçlı istilâsına mâruz kaldı. XI. yüzyılın sonlarında başlayan bu hareket asırlarca devam etti. XI. yüzyılın son yıllarına doğru bilhassa dinî, içtimaî ve iktisadî sebeplerle ortaya çıkan Haçlı hareketi Batı Avrupa’da Vatikan Kilisesi’nin önderliğinde başlatıldı. Bu seferlerin sebepleri arasında, İslâm’ın giderek Hıristiyanlık aleyhine evrensel bir din haline gelmesi, Malazgirt Zaferi’nden çok kısa bir süre sonra Anadolu, Suriye ve Filistin’in müslüman Türkler’in hâkimiyetine geçmesi, İznik’in başşehir olduğu bir Türk devletinin kurulması, Çaka Bey’in İzmir’de kurduğu kuvvetli bir donanma ile Bizans’ı tehdit etmesi önemli bir yer tutmaktadır. Türkler’in Rumeli’ye geçmelerini önlemek, onları Anadolu, Suriye, Filistin ve Akdeniz’den uzaklaştırmak ancak bütün hıristiyan dünyasının birlikte hareket etmesi halinde başarılabilirdi. Hilâle karşı haçın savunulması görevini üzerine alan Bizans, artık müslüman Türkler karşısında bunu gerçekleştirebilecek durumda değildi.
Papa II. Urban, 18-28 Kasım 1095 tarihleri arasında bütün Batı Avrupa’nın ileri gelen din adamlarının katıldığı bir toplantıda bu büyük harekâta süratle hazırlanmaları gerektiğini anlattıktan sonra ilk büyük Haçlı kitlesinin harekete geçmesini temin etmiştir. Ertesi yıl yani 1096’da Pierre l’Ermite idaresinde heyecanlı fakat disiplinsiz bir Haçlı kitlesi düzensiz bir vaziyette Belgrad, Niş, Sofya, Filibe ve Edirne üzerinden İstanbul’a gelmiş ve Bizans İmparatoru Alexios Komnenos tarafından 6 Ağustos 1096 tarihinde Anadolu yakasına geçirilmiştir. Savaş disiplininden uzak bu Haçlı kitlesi Eylül 1096’da Sultan Kılıcarslan tarafından bozguna uğratılmış ve kurtulanlar İstanbul’a sığınmışlardır.
İlkinin aksine ikinci defa sefere hazırlanan ordular düzenli ve disiplinli, savaş kabiliyeti yüksek şövalyelerden oluşuyordu. Meşhur kontların idaresinde dört kol halinde harekete geçen yeni Haçlı kuvvetleri Anadolu’ya geçerek Mayıs 1097’de İznik’i kuşattılar. Selçuklu Sultanı I. Kılıcarslan ordusunu İznik Hisarı önündeki ovada savaşa soktu. Çok çetin geçen bu çarpışmalar sırasında her iki taraf da ağır zayiat verdi. Sonunda Selçuklular İznik’i kendi mukadderatına bırakarak Haçlılar’ı dağlık bölgelerde ve geçitlerde sıkıştırmak gayesiyle geri çekildiler. Haçlılar şiddetli hücumlar sonunda İznik’i ele geçirerek Bizans’a teslim ettiler (19 Haziran 1097).
Haçlılar Eskişehir-Konya-Ereğli yoluyla Kilikya’ya doğru hareket ettiler. Ereğli’de ana ordudan ayrılan büyük bir Haçlı birliği de Kayseri, Göksun ve Maraş yoluyla Antakya istikametinde ileri harekâta geçti. Haçlı reislerinden Baudouin de Boulogne 10 Mart 1098’de Urfa Haçlı Kontluğu’nu kurdu. Antakya’ya varan Haçlı kuvvetleri ise burçlardan birini korumakla görevli Ermeni asıllı Fîrûz ile anlaşarak 3 Haziran 1098’de şehri işgal ettiler ve Antakya Prensliği’ni kurdular. Bir yıl sonra asıl hedefleri olan Kudüs’e hareket eden Haçlı birlikleri 15 Temmuz 1099’da burayı da işgal ederek binlerce müslümanı kılıçtan geçirdiler ve Kudüs Haçlı Krallığı’nı kurdular. Müslümanların birbirleriyle mücadele halinde olmalarından faydalanan Haçlılar zamanla bütün Suriye sahillerini işgal ettiler. İmâdüddin Zengî’nin 1144’te Urfa’yı fethi bütün dünyada büyük bir yankı uyandırdı. Urfa’nın hıristiyan âlemi için taşıdığı önemi çok iyi takdir eden ve Haçlılar’ın burayı üs olarak kullanıp el-Cezîre ve Suriye’deki müslümanlara nasıl zarar verdiklerini gayet iyi bilen İslâm âlemi bu olayı bir bayram sevinciyle kutlarken hıristiyanlar da o ölçüde üzüldüler. Bu gelişmeler üzerine Aziz Bernard derhal II. Haçlı Seferi hazırlıklarına başladı. Papa III. Eugenius’un emriyle yeni bir sefer düzenlendi. Fransa Kralı VII. Louis ve Alman İmparatoru III. Konrad’ın katıldığı bu II. Haçlı Seferi Dımaşk önlerinde başarısızlıkla sonuçlandı (1148).
Selâhaddîn-i Eyyûbî Hittîn zaferinden birkaç hafta sonra Kudüs’ü de fethedince (1187) Avrupa’da yeni bir huzursuzluk başladı. Hıristiyan âlemi bu haberle âdeta beyninden vurulmuşa dönmüştü. Papa VIII. Gregorius’un emriyle kutsal emanetlerin en büyüğü olan Gerçek Haç’ı müslümanların elinden kurtarmak üzere yeni bir Haçlı Seferi başlatıldı (1189). Bu III. Haçlı Seferi’ne Fransa Kralı III. Philip, Alman İmparatoru I. Friedrich Barbarossa, Arslan Yürekli lakabıyla tanınan İngiltere Kralı Richard katıldı. Alman imparatoru Anadolu’yu geçerek Konya üzerinden Tarsus’a geldi ve burada bir nehirde yüzerken boğularak öldü (1190). Diğer Haçlı birlikleri 1191’de Akkâ’yı kuşatarak ele geçirdiler. Daha sonra Arsûf ve Yafa da Haçlılar tarafından işgal edildi ve sonunda Kral Richard ile Selâhaddîn-i Eyyûbî arasında bir anlaşma imzalandı. Haçlılar’ın bu seferdeki en büyük kazançları Kıbrıs’ın zaptedilmesiydi. Papa III. İnnocentius’un fermanıyla 1198’de müslümanlara karşı başlatılan IV. Haçlı Seferi amacından saptırılarak İstanbul’un işgaliyle sonuçlanmıştır (1204). V. Haçlı Seferi sonunda ise Dimyat Haçlılar’ın eline geçti (1219). Papalık elçisi Pelagius 1221’de Kahire’ye doğru yürüdüyse de Nil’i geçemedi ve geri çekildi. 27 Ağustos 1221’de yapılan anlaşmayla Dimyat müslümanlara teslim edildi. VI. Haçlı Seferi sonunda Eyyûbîler’le yapılan bir anlaşmayla Kudüs, Beytülahm ve Nâsıra Haçlılar’a bırakıldı (1229). Kudüs 1244’te tekrar müslümanların eline geçti. VII. Haçlı Seferi’yle Haçlılar 6 Haziran 1249’da Dimyat’ı tekrar işgal ettiyse de 1250’de Eyyûbî Hükümdarı Turan Şah Haçlı ordularını yenip Dimyat’ı geri aldı. Eyyûbîler’in yerini alan Memlükler doğudaki Haçlı şehirlerini birer birer zaptettiler. Haçlılar’ın son kalesi Akkâ da 1291’de Memlükler’in eline geçti. Haçlı seferleri XV. yüzyıla kadar sürmekle beraber bunların amacı artık Asya’daki kutsal toprakları kurtarmak değil Avrupa’daki Türk ilerleyişini durdurmaktı.
1243’te Kösedağ Savaşı’nda Moğollar’a mağlûp olan Anadolu Selçuklu Devleti giderek zayıflamaya ve ülke Moğol valiler tarafından idare edilmeye başlanmıştı. Selçuklu topraklarının Moğol istilâsıyla karşı karşıya kaldığını gören ve bu durumdan rahatsız olan Türk beyleri, 1277 yılından itibaren Anadolu’daki Moğol baskısının azalmasından faydalanarak bağımsızlıklarını ilân etmiş ve çeşitli beylikler kurmuşlardır. Anadolu beylikleri denilen bu devletlerin başlıcaları şunlardır: Karamanoğulları (Ermenek 1256-1483), İnançoğulları (Denizli 1261-1368), Sâhib Ataoğulları (Afyonkarahisar 1275-1341), Menteşeoğulları (Muğla ve civarı 1280-1424), Karesioğulları (Balıkesir 1297-1360), Germiyanoğulları (Kütahya 1300-1429), Eşrefoğulları (Beyşehir, Seydişehir XIII. yüzyıl), Saruhanoğulları (Manisa 1302-1410), Aydınoğulları (Aydın-ili 1308-1426), Alâiye Beyliği (Alanya 1293-1471), Hamîdoğulları (Eğridir, Antalya 1301-1423), Dulkadıroğulları (Elbistan, Maraş 1339-1521), Ramazanoğulları (Adana 1352-1608), Eretnaoğulları (Orta Anadolu 1335-1381), Çobanoğulları (Kastamonu 1227-1309), Candaroğulları (Kastamonu, Sinop 1292-1462), Pervâneoğulları (Sinop 1277-1322), Tâceddinoğulları (Niksar 1348-1428), Kadı Burhâneddin Devleti (Sivas 1381-1398).
Asya ve Avrupa kıtalarının tabii bir geçit yerini teşkil eden Anadolu yarımadasının batı kesiminde XIII. yüzyılın ortalarında ortaya çıkan Türkmen beyliklerinden biri de Osmanlılar’dır. Anadolu’ya gelişleri ve menşeleri menkıbeler içerisinde âdeta kaybolmuş olan, ancak Oğuzlar’ın Kayı boyuna mensup oldukları bilinen Osmanlılar, Selçuklular tarafından Bizans’a karşı gazâ faaliyetlerinin gerçekleştirildiği Batı Anadolu uç bölgesinin kuzey kısmına, Söğüt ve Domaniç yöresine yerleştirildiler. Bir yandan Bizans’a karşı gazâda bulunup topraklarını genişletirlerken bir yandan da civardaki Türkmen beylikleri üzerinde hâkimiyet kurmaya çalıştılar. Avrupa yakasına geçip yerleşmeye başlamaları ve burada tutunmaları gazânın liderliği sıfatını kendilerine kazandırarak Anadolu’daki diğer beylikler arasında üstünlük sağlamalarına yol açtı. 1350-1361 yılları arasında Anadolu’da Kızılırmak boylarından Rumeli’de Meriç’e kadar uzanan sahaya hâkim kuvvetli bir devlet olarak ortaya çıktılar. I. Bayezid zamanında Batı Anadolu’daki beylikler, Karamanoğulları, Sivas yöresindeki Kadı Burhâneddin Devleti, Candaroğulları, Canik ve yöresindeki mahallî beyler Osmanlı hâkimiyetini tanıdılar; Fırat’ın batısında kalan topraklar ele geçirildi. Bu dönemde Anadolu’daki Türk birliği büyük ölçüde temin edildi ise de 1402’de Timur önünde uğranılan mağlûbiyet, alınan toprakların eski sahiplerinin eline geçmesine ve Osmanlı Devleti’nin büyük bir sarsıntı geçirmesine yol açtı. Bundan sonraki Fetret dönemi (1403-1413) Bayezid’in oğulları arasında mücadeleler içinde geçti ve Çelebi Mehmed’in hâkimiyet kurması devletin yeniden toparlaması ile sonuçlandı. 1413’ten 1453’e kadarki dönem ise toparlanma ve Fetret devri meselelerini çözüme kavuşturma mücadelelerine sahne oldu. İstanbul’un fethi (1453), Fâtih Sultan Mehmed’in siyasî, askerî, idarî, iktisadî sahalarda gerçekleştirdiği reformlar Osmanlı Devleti’ne İslâm dünyasında büyük bir nüfuz kazandırdı. Devleti merkeziyetçi bir Türk-İslâm devleti haline getiren Fâtih Sultan Mehmed, Anadolu birliğini sağlamak amacıyla Karamanoğulları’nı ortadan kaldırdığı gibi (1468), Anadolu’da Timur’un siyasetini takip etmek isteyen Akkoyunlu Uzun Hasan’ı Otlukbeli’nde bozguna uğrattı (1473). Yapılan antlaşma sonucu Osmanlı toprakları doğuya doğru genişledi. Ayrıca Fâtih, Venedik ile ittifak teşebbüsünde bulunan Akkoyunlular’a karşı Timur’un torunu Hüseyin Baykara ile anlaşma yapmaya çalıştı. Bu teşebbüs Osmanlılar’ın Orta Asya hanları ile ittifak kurma çalışmalarının başlangıcını teşkil eder. Osmanlılar bu dönemde Dulkadıroğulları üzerinde nüfuz sağlamak için Memlükler’le mücadeleye girdiler ve bunun sonucunda II. Bayezid zamanında Çukurova’da ilk Osmanlı-Memlük çatışması meydana geldi. Trabzon Rum İmparatorluğu’nu ortadan kaldıran Fâtih, böylece Toroslar’a kadar Anadolu’yu hâkimiyeti altına aldı ve bugünkü Anadolu Türk yurdunun temelini atmış oldu.
XVI. yüzyıl Osmanlı Devleti’nin altın çağını teşkil etti. Bu dönemde Orta Avrupa’ya Viyana kapılarına kadar dayanan Osmanlılar, doğu ve güney siyaseti ile Ortadoğu ve Ön Asya’da hâkimiyet kurdular. Yavuz Sultan Selim 1514 Çaldıran Zaferi ile Anadolu üzerindeki Safevî emellerine set çekerek doğudan gelen bu tehlikeyi bertaraf etti. Ayrıca Doğu Anadolu’ya hâkim olma, Irak ve Azerbaycan’a doğru yayılma yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Doğu ve Güneydoğu Anadolu hâkimiyet altına alındığı gibi Suriye ve Mısır da ele geçirildi (1516-1517), Memlük Sultanlığı’na son verildi. Mukaddes yerlerde ve Yemen’de Osmanlı nüfuzu kuruldu. Hicaz bölgesini tehdit eden ve baharat yolunu ellerine geçirmiş olan Portekizliler’e karşı mücadele başlatıldı. Osmanlılar özellikle bu faaliyetleriyle İslâm dünyasında üstün bir mevki kazandılar. Bu üstünlük, Hindistan’daki küçük İslâm devletlerinin Portekiz baskısı karşısında Osmanlılar’dan yardım istemeleri yanında Orta Asya hanlıklarının Safevî ve Rus saldırılarına karşı Osmanlılar’a müracaatları ile de doruk noktasına ulaştı. Özellikle Kanûnî Sultan Süleyman zamanında bir dünya devleti haline gelen Osmanlılar XVI. yüzyılın son çeyreğinde doğudaki hâkimiyetlerini İran içlerine, Kafkasya’ya kadar uzattılar. Basra, Şehrizor, Luristan, Gence, Tebriz, Karabağ, Tiflis Osmanlı hâkimiyeti altına girdi. Ancak İran ile doğudaki mücadeleler sürdü ve nihayet 1639 Kasrışîrin Antlaşması Osmanlı-İran sınırına kati şeklini verdi.
1596-1610 yıllarında Osmanlılar’ı içten sarsan büyük bir buhran baş gösterdi. Özellikle Anadolu’da çeşitli iktisadî ve sosyal sebepler yüzünden ortaya çıkan Celâlî isyanları Osmanlı idaresini çok meşgul etti. Uzun süren İran ve Avusturya savaşları da devlet nizamının sarsılmasının bir başka önemli âmili oldu. Avrupa’nın gelişen ekonomik sistemleri Osmanlılar’ı da etkisi altına aldı ve Osmanlı toprakları giderek tek taraflı bir pazar haline geldi. Avrupa’da gelişen askerî tekniklere de ayak uydurulamadı, başarısızlıklar birbirini takip etti ve fütuhat durdu. Bilhassa 1683 Viyana bozgunu Avrupa topraklarındaki gerilemenin başlangıcını teşkil etti. 1699 Karlofça Antlaşması ilk defa geniş ölçüde toprak kayıplarına yol açtı. Bundan sonraki yıllarda özellikle Ruslar’la yapılan savaşlar Osmanlılar’ın aleyhine sonuçlandı. Osmanlılar’ın Asya topraklarındaki gerilemesi Avrupa’ya nisbetle daha yavaş gerçekleşti. Suriye, Mısır ve Yemen’de sık sık isyanlar çıktı ise de buralarda şeklen de olsa, uzun süre Osmanlı hâkimiyeti devam etti. Özellikle XVIII. yüzyıldan itibaren merkezî idarenin zaafı, devletin bu uzak topraklarında yerli hânedanların nüfuzlarının kuvvetlenmesine yol açtı. Fakat bölge XX. yüzyıl başlarına kadar Osmanlı idaresi altında kaldı.
Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü zaafın giderilmesi yolunda bazı ıslahat çalışmaları da yapıldı. Devletin eski gücüne kavuşması için XVIII. yüzyıla kadar Kanûnî Sultan Süleyman dönemi ideal olarak öne sürülürken bu yüzyılda Avrupa modeli ve sistemi esas alındı. Özellikle III. Selim devrinde askerî sahada yapılan ıslahat daha ziyade bu temel üzerinden yürütüldü. Bu yüzyılda milliyetçilik cereyanları sonucu Balkanlar’da isyanlar meydana gelirken 1839 Tanzimat Fermanı ıslahat hareketlerini her alanda yaygınlaştırdı. Ancak XIX. yüzyılda, tarihî emeller peşinde koşan Rusya ile mücadele sadece Balkanlar’da değil Doğu Anadolu’da ve Kafkas cephesinde de meydana geldi. 1828-1829 savaşı sırasında Doğu Anadolu’da Kars ve Ahıska’yı işgal eden Ruslar 1878 Berlin Antlaşması ile de Ardahan, Kars, Batum ve Bayezid vilâyetlerini ele geçirdiler. Öte yandan bu yüzyılda II. Abdülhamid tarafından takip edilen hilâfet siyasetiyle İslâm dünyasında nüfuz tesisine çalışıldı; Hindistan müslümanları, Orta Asya hanlıkları, hatta Uzakdoğu müslümanları ile Batı emperyalizmine karşı ilişkiler güçlendirilmeye çalışıldığı gibi Arabistan toprakları da bu sayede elde tutulmak istendi. Fakat I. Dünya Savaşı Osmanlı Devleti’nin parçalanmasının ve yıkılışının başlangıcını teşkil etti. 1920’deki Sevr Antlaşması ile Hicaz, Suriye, Filistin, Anadolu’nun önemli bir kısmı müttefik kuvvetlerine terkedildi. Ancak Anadolu’da başlayan Millî Mücadele, doğuda Gürcü ve Ermeniler’le, güneyde Fransızlar’la ve batıda Yunanlılar’la yapılan savaşlar bu toprakların işgal altından kurtulmasını sağladı. 1922’de Osmanlı saltanatı ilga edilerek 1923’te Cumhuriyet ilân olundu.
2. Orta ve Güney Asya. Abdurrahman b. Semüre kumandasındaki İslâm orduları Hz. Osman zamanında Sicistan yoluyla Kâbil’e ulaştılar. Bu akınlar Emevîler devrinde daha yoğun bir şekilde sürdürüldü ve fetihten sonra İslâmiyet kabileler arasında hızla yayıldı. Şah adı verilen kabile reisleri yönetimi ellerinde tuttular. Abbâsîler zamanında Afganistan bir süre için Tâhirîler ve Saffârîler’in eline geçti. IX. yüzyılda Sâmânîler bölgeye hâkim oldular. X. yüzyılda Kuzey Afganistan Ferîgūnîler hânedanının idaresindeydi. X. yüzyılın ortalarında Sâmânîler’in zayıflamaya başlaması üzerine Alp Tegin adlı Türk emîri Gazne ve Zâbülistan’ı ele geçirerek burada Türk nüfuzunun temellerini attı. Daha sonra Sebük Tegin Gazne’ye hâkim oldu ve Gazneliler Devleti’ni kurdu (963-1186). Oğlu Mahmud Hindistan’a on yedi sefer düzenledi ve İslâmiyet’in bölgede yayılması için çalıştı. Afganistan dışında Horasan ve Kuzey Hindistan’da da hâkimiyet tesis eden Gazneliler, özellikle Hindistan’da İslâm nüfuzunu bütün ağırlığıyla hissettiren ilk hânedan olarak tarihe geçti. Gazneliler 1040’ta vuku bulan Dandanakan Savaşı’nda Selçuklular’a yenilince bölge Selçuklular’la Gurlular arasında hâkimiyet mücadelelerine sahne oldu. Gurlular Büyük Selçuklular’ın 1157’de yıkılmasıyla Afganistan’ı kontrol altına aldılar ve 1186’da Gazneli Devleti’ne son verdiler. Adını Afganistan’daki Gur bölgesinden alan Gurlular 1000-1215 yılları arasında Afganistan, Horasan ve Kuzey Hindistan’da hüküm sürdüler. Gazneliler’i ortadan kaldırdıktan sonra onların bütün topraklarını ele geçirdikleri gibi Büyük Selçuklular’ın yıkılışlarını takiben hâkimiyet sahalarını genişleterek Hazar denizinden Hindistan’ın kuzeyine kadar çok geniş bir sahaya yayıldılar. Gıyâseddin ve Muizzüddin devirlerinde Hindistan’a başarılı akınlar düzenlediler. Muizzüddin’in ölümünden sonra hânedan mensupları arasında çıkan karışıklıklardan faydalanan Hârizmşahlar, Gurlular’ı ortadan kaldırarak topraklarını kendi ülkelerine kattılar (1215). Afganistan Hârizmşahlar’dan sonra Moğollar’ın istilâsına mâruz kaldı (1220). Daha sonra sırasıyla Timurlular (1370-1506), Bâbürlüler (1526-1858), Argunlar (1510-1591), Şeybânîler (1500-1598) ve nihayet Safevîler’in (1501-1732) hâkimiyeti altına girdi. Afganlar XVIII. yüzyılda Safevîler’in karışıklık içinde bulunmalarından faydalanarak İran’ı istilâ ettiler, fakat daha sonra Nâdir Şah Afgan tahakkümüne son verdi. Ancak onun ölümünden sonra Afgan asıllı kumandanı Ahmed Şah, Dürrânîler adıyla yeni bir hânedan kurdu (1747-1819); Dürrânîler hâkimiyet sahalarını Keşmir’e kadar genişlettiler. Daha sonra bir diğer Afgan kabilesi Barakzaylar Kâbil’i ele geçirdiler ve 1973’te Afganistan Cumhuriyeti kuruluncaya kadar Afganistan’da hüküm sürdüler.
Hz. Ömer devrinde gerçekleştirilen fetihler sırasında Horasan ve Tohâristan’ın bir bölümü ele geçirilmişti. Ancak bölgede İslâm hâkimiyeti kesin olarak Emevîler zamanında sağlanabildi. Horasan Valisi Kuteybe b. Müslim burayı bir üs olarak kullanarak Mâverâünnehir’e akınlar düzenledi. İslâm orduları 705-715 yılları arasında Buhara, Semerkant, Hokand ve Fergana’nın bir bölümünü fethetti. Kuteybe aynı tarihlerde Doğu Türkistan’daki Kâşgar şehrini de alarak Çin sınırlarına dayandı. Emevî Halifesi Hişâm b. Abdülmelik tarafından Mâverâünnehir valiliğine tayin edilen Nasr b. Seyyâr, bir ara İslâm hâkimiyetinden çıkmış olan şehirleri tekrar ele geçirdi. Abbâsîler döneminde İslâm orduları Taşkent’i de (Şâş) fethedince (751) bu bölgelerde İslâm hâkimiyeti kesin olarak sağlandı. Abbâsîler zamanında Mâverâünnehir’de kurulan Sâmânîler (874-999) bölgede siyasî bütünlüğü ve emniyeti sağlamışlardır. II. Nasr b. Ahmed (913-943) zamanında Sicistan, Kirman, Cürcân, Rey ve Taberistan da onların hâkimiyeti altına girdi ve devletin sınırları Hârizm’den Hindistan’a kadar uzandı. Sâmânî başşehri Buhara ile Semerkant o devirde Bağdat’ı gölgede bırakacak ölçüde önemli birer ilim ve kültür merkezi haline geldiler. X. yüzyılın sonlarında meydana gelen karışıklıklar sırasında Karahanlılar ve Gazneliler Sâmânî ülkesini istilâ ederek bu hânedana son verdiler.
840’ta Kâşgar başşehir olmak üzere kurulan Karahanlılar zamanında İslâmiyet Türkler arasında, özellikle Satuk Buğra Han’ın müslüman olmasından sonra süratle yayıldı. 999’da Sâmânîler’e son vererek Mâverâünnehir’i de ele geçiren Karahanlılar, Ceyhun’dan Orta Tarım’a kadar uzanan sahaya hâkim oldular. Hânedan 1042’den sonra Batı ve Doğu Karahanlılar olarak ikiye ayrıldı. Buhara başşehir olmak üzere Hokand’a kadar Batı Fergana ve Mâverâünnehir Batı Karahanlılar’a aitti. Başşehir Balasagun, Kâşgar, Talas, İspîcâb (İsfîcâb), Şâş, Doğu Fergana ve Yedisu ise Doğu Karahanlılar’ın hâkimiyetindeydi. Doğu Karahanlılar 1211’de, Batı Karahanlılar ise 1212’de yıkıldı.
Selçuklu Sultanı Melikşah’ın taştdârı Anuş Tegin tarafından 1077’de Hârizm’de kurulan Hârizmşahlar zamanla hâkimiyet sahalarını İran, Anadolu ve Hindistan’a kadar genişletmişlerdir. Hârizmşah Alâeddin Muhammed (1200-1220) Gurlu hâkimiyetine son vermiş, Karahıtaylar’ı mağlûp ederek Buhara’yı zaptetmiş ve Batı Karahanlılar’ı ortadan kaldırmıştır. Son Hârizmşah Celâleddin birkaç cephede savaşmak zorunda kaldığından Moğollar karşısında tutunamadı ve 1231’de ölümüyle Hârizmşahlar da tarih sahnesinden silindi.
Moğol İmparatorluğu’nun kurucusu Cengiz Han 1206’dan itibaren düzenlediği seferlerle Çin’i istilâya başladı ve Çin İmparatorluğu’nu zayıflattı. 1218’de Türkistan’daki Yedisu’nun işgalinden sonra Hârizmli valinin Cengiz Han’ın elçilerini Otrar’da öldürtmesiyle Moğollar İslâm dünyasını süratle istilâya başladılar. Hârizmşahlar’ın ülkeleri ve Mâverâünnehir işgal edildi. Cengiz Han ölümünden önce ülkesini oğulları arasında paylaştırmıştı. Buna göre Batı Sibirya’dan Kuzey Karadeniz’e kadar uzanan saha, büyük oğlu Çuçi öldüğü için torunu Batu’ya, Mâverâünnehir’den Doğu Türkistan’a kadar uzanan topraklar ikinci oğlu Çağatay’a, Pamirler ile Tanrı dağları arasındaki saha ile imparatorluğun merkezi (Moğolistan) ise en küçük oğlu Toluy’a verildi.
Ögedey ve Toluy’un soyundan gelenler 1206-1234 yılları arasında Moğolistan ve Çin’de hüküm sürdüler. Çin’deki Moğol hanlarının yerini 1368’de Ming sülâlesi alırken Toluy sülâlesi Moğolistan’da XVII. yüzyıla kadar varlığını korudu. Cengiz Han’ın oğlu Çağatay’ın kurduğu Çağatay Hanlığı 1227’den 1370’e kadar Mâverâünnehir, Yedisu ve Doğu Türkistan’da varlığını sürdürdü. Daha sonra bölge Şeybânîler’in (Özbekler) eline geçti. Yalnız Çağataylılar’ın Yedisu ve Tarım havzasına hâkim olan kolu XVII. yüzyılın sonlarına kadar varlığını devam ettirdi. 1241’de Deştikıpçak’ta kurulan Altın Orda Hanlığı 1440’ta çözülmeye başlayınca Hacı Giray Kırım’da Kırım Hanlığı’nı (1441-1783), Uluğ Muhammed Han Kazan yöresinde Kazan Hanlığı’nı (1437-1552) kurmuş, Altın Orda hanları da Saray şehrinde 1502’ye kadar varlıklarını korumuşlardır. Kırım hanları Altın Orda’nın vârisleri olduklarını söyleyerek XV. yüzyıldan itibaren zaman zaman Kazan’da hüküm sürdüler. Aynı yüzyılın sonlarından itibaren de başşehir Bahçesaray’dan Güney Ukrayna’yı ve Aşağı Don-Kuban bölgesini hâkimiyetleri altına aldılar. Müttefikleri Osmanlılar’ın zayıflaması, Ruslar’ın Karadeniz ve Akdeniz’e doğru yayılması Kırım Hanlığı’nın sonunu hazırladı. Büyük Katerina’nın orduları 1783’te Kırım’ı işgal ederek Rus topraklarına kattı. XV. yüzyılda kurulan Kasım Hanlığı (1445-1631) ve Astarhan Hanlığı da (1466-1556) aynı bölgede hüküm sürmüşlerdir.
1370’te Timur tarafından Mâverâünnehir’de kurulan Timurlular 1395’ten sonra İran, Irak ve Deştikıpçak’ı da hâkimiyet sahalarına katarak büyük bir imparatorluk haline gelmişlerdir. Timur 1399’da çıktığı sefer sonunda Suriye’ye girerek Memlükler’e, Ankara Savaşı’yla da (1402) Osmanlılar’a ağır bir darbe indirdi. Onun Çin seferi sırasında ölümü üzerine (1405) ülkesi oğulları ve torunları arasında paylaşıldı. XV. yüzyılda Şeybânîler önce Mâverâünnehir’i, Sultan Baykara’nın ölümünden sonra da Horasan’ı işgal ederek 1506’da Timurlular’ın hâkimiyetlerine son verdiler. Timurlular’dan sonra Mâverâünnehir’de Şeybânîler hüküm sürdüler (1500-1598). Hânedanın kurucusu Muhammed Şeybânî Han Hârizm, Belh, Herat ve Horasan’ı ülkesine katarak Orta Asya’nın en güçlü devleti haline geldi.
İslâm ordularının Hindistan’a doğru ilk akınları Emevîler devrinde gerçekleşmiştir. Bu dönemde İslâm orduları Güney İran üzerinden Aşağı İndüs vadisine girmiş ve Muhammed b. Kāsım 711’de Sind’i fethetmişti. Abbâsîler zamanında da bu bölgedeki İslâm hâkimiyeti sürdürüldü. Fakat Kuzey Hindistan’da İslâm nüfuz ve hâkimiyetini bütün ağırlığıyla hissettiren ilk hânedan hiç şüphesiz Gazneliler’dir (963-1186). Hindistan’da Alp Tegin ve Sebük Tegin tarafından sağlanan ilk Türk hâkimiyeti Gazneli Mahmud döneminde gerçekleştirilen on yedi seferle zirveye ulaştı. Bölge Gazneliler’den sonra Gurlular’ın (1000-1215) eline geçmiştir. 1223’ten 1305 yılına kadar Moğol istilâsına mâruz kalan Kuzey Hindistan, 1206-1555 yılları arasında Delhi sultanları adı verilen Muizzîler (1206-1290), Halaçlar (1290-1320), Tuğluklular (1320-1414), Seyyidler (1414-1451), Lûdîler (1451-1526) ve Sûrîler’in (1540-1555) hâkimiyetinde kaldı. Halaçlar Hindistan’ın Gurlular tarafından istilâsında ve Bengal ile Doğu Hindistan’da İslâmiyet’in yayılmasında önemli rol oynadılar. Şîr Şah’ın ölümünden sonra Sûrîler zayıfladılar ve nihayet Bâbürlü Hükümdarı Hümâyûn tarafından ortadan kaldırıldılar.
Bengal’de 1336-1576 yılları arasında hüküm süren Bengal sultanları zamanında Hindular arasında İslâmiyet hızla yayıldı ve bugünkü müslümanların yöreye hâkim olmalarına zemin hazırladı. Afgan asıllı Sûrîler’in reisi Şîr Şah Bengal’i ele geçirerek burayı Bâbürlüler’i Hindistan’dan uzaklaştırmak için bir üs olarak kullandı. Fakat Bâbürlüler 1576’da ülkeyi topraklarına katarak Bengal Sultanlığı’na son verdiler.
Dağlarla çevrili ulaşılması zor bir sahada yer alması sebebiyle Keşmir’in müslümanlar tarafından fethi oldukça geç tarihlerde gerçekleşti. 1346’da Şah Mîr Sevâtî tarafından kurulan Keşmir Sultanlığı 1589’da Ekber’e itaat arzederek Bâbürlü hâkimiyetine girdi.
Hint Okyanusu sahilinde bulunan Gucerât ancak XIII. yüzyıl sonlarında Halaç hânedanı tarafından fethedilebilmiştir. 1391’de Gucerât valisi tayin edilen Zafer Han 1407’de Muzaffer Şah unvanıyla bağımsızlığını ilân etti. Gucerât sultanları 1583’te Bâbürlüler tarafından ortadan kaldırıldı.
Geumti nehri kıyısındaki Jaunpûr şehrinde Melikü’ş-Şark Server tarafından kurulan Şarkî Sultanlığı bölgede İslâmiyet’in yayılması konusunda önemli rol oynadı ve 1479’da Delhi Sultanlığı tarafından yıkıldı.
1347-1527 tarihleri arasında Kuzey Dekken’de hüküm süren Behmenîler’in zayıflaması üzerine aynı bölgede Berîdşâhîler (1487-1619), İmâdşâhîler (1485-1572), Âdilşâhîler (1490-1686), Nizamşâhîler (1491-1633) ve Kutbşâhîler (1512-1687) olmak üzere beş mahallî hânedan kuruldu ve nihayet Bâbürlüler tarafından ortadan kaldırıldılar.
Merkezî Hindistan’da yer alan Mâlvâ’da İslâm hâkimiyeti ancak XIV. yüzyılın başlarında sağlandı. Delhi Sultanlığı adına şehri idare eden Dilâver Han 1401’de bağımsızlığını ilân etti. 1436’da Vezir Mahmud Han tahtı ele geçirdi ve Mâlvâ Sultanlığı 1531’de Gucerât sultanları tarafından istilâ edildi. 1370’te Mâlvâ’nın güneyinde Handeş’te kurulan Fârûkī Sultanlığı 1601’de Bâbürlüler tarafından ortadan kaldırıldı.
Bâbürlüler (1526-1858) Hindistan’da kurulan müslüman devletlerin en güçlülerinden biridir. Hânedanın kurucusu olan Bâbür Çağatay Türkleri’ndendi. Şeybânîler’in Orta Asya’da giderek geniş bir sahayı hâkimiyetleri altına almaları üzerine Fergana’dan ayrılıp Afganistan ve Hindistan tarafına yöneldi ve 1504’te Kâbil’i ele geçirdi. Hindistan’a akınlar düzenleyerek kazandığı zaferler sonunda Bâbürlü hânedanının temellerini attı. Ekber Şah zamanında Kuzey ve Orta Hindistan’da Bâbürlü hâkimiyeti sağlamlaştırıldı. Ekber’den sonra tahta çıkan Cihangir ve Şah Cihan dönemlerinde Mevar Racpûtları, Dekken’deki Şiî Sultanlığı ve Bengal’deki Portekizliler itaat altına alındı. Evrengzîb’in elli yıl süren hükümdarlığı devrinde Bâbürlüler zirveye ulaştı ve onun 1707’de ölümüyle devletin çöküşü başladı. Nâdir Şah’ın 1739’da Hindistan’ı istilâsı ve Ahmed Şah Dürrânî’nin seferleri sonunda Bâbürlüler telâfisi mümkün olmayan kayıplar verirken İngilizler’in himayesindeki Hindular güçlendi. İngilizler Bengal’den Orta Hindistan ve Racpûtana’ya kadar yayıldılar. Son Bâbürlü Hükümdarı II. Bahadır Şah 1858’de tahtından indirilerek sürgüne gönderildi ve böylece hânedan yıkılmış oldu.
3. Güneydoğu Asya. Güneydoğu Asya’da Sumatra’da hüküm süren sekiz krallıktan sadece Perlak (Ferlek) XIII. yüzyıl sonlarına doğru İslâmiyet’i kabul etmişti. Açe bölgesinde kurulan ilk devlet müslüman Samudra-Pase Krallığı olup 1282’den 1521’e kadar varlığını korumuş ve ülkeyi istilâ eden Portekizliler tarafından ortadan kaldırılmıştır. Ancak aynı yıl Ali Mugāyet Şah’ın üstün gayretleri sonunda bölgede Açe İslâm Sultanlığı adıyla yeni bir devlet kuruldu ve XVII. yüzyılda Sultan İskender Muda zamanında (1607-1636) çok güçlü bir İslâm devleti haline geldi. Osmanlı halifelerine bağlılık arzeden Açe sultanları sömürgeci Avrupa ülkeleriyle uzun yıllar mücadele etmişler ve nihayet 1903’te Hollandalılar’a boyun eğmek zorunda kalmışlardır. XVI. yüzyılda Cava’nın kuzey kıyılarında hüküm süren mahallî hânedanların en önemlisi Demak Sultanlığı olup 1568’de yıkılmıştır. Demak sultanının kız kardeşiyle evli olan Şeyh İbn Mevlânâ 1546’da Cava’nın batısında Bentem’de bağımsız bir İslâm devletinin temellerini attı. Yerine geçen oğlu Hassanüddin tarafından 1550’de kurulan bu devlet 1843’e kadar hâkimiyetini sürdürdü. XVI. yüzyılda kurulan Mataram Devleti Sultan Agung zamanında (1613-1646) gücünün doruk noktasına ulaşmış ve Batavya dışında bütün Cava’ya hâkim olmuştur. Fakat Agung’un halefleri zamanında devlet giderek zayıflamış ve nihayet XVIII. yüzyılda parçalanarak Avrupalılar’ın kurduğu şirketlerin nüfuzu altına girmiştir. Bunların dışında Güneydoğu Asya’da kurulan İslâm devletleri arasında Filipinler’deki Sulu Devleti (1450-1936), Tayland’da hüküm süren Patani İslâm Devleti (1457-1909), Borneo’daki Bancermasin Devleti (XVII-XIX. yüzyıl) ve Sumatra’nın güneydoğusuna hâkim olan Palembang Devleti (1648-1825) sayılabilir.
BİBLİYOGRAFYA
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, I-XII.
Ebü’l-Ferec, Târîḫu muḫtaṣari’d-düvel, Beyrut 1890.
a.mlf., Târih, I-II.
Zehebî, Düvelü’l-İslâm, Beyrut 1405/1985.
İbn Kesîr, el-Bidâye, I-VII.
Ali b. Hasan el-Hazrecî, el-ʿUḳūdü’l-lüʾlüʾiyye (nşr. M. Besyûnî Asel), Kahire 1329/1911, I-II.
Abdülkādir el-Bedâûnî, Muntak̲h̲abu-t-tawārīk̲h̲ (trc. G. S. A. Ranking), Delhi 1986, I-III.
Müneccimbaşı, Sahâifü’l-ahbâr, I-III.
Mir’âtü’l-Haremeyn, I-III.
Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, İstanbul 1331, I-II.
Âtıf Paşa, Yemen Tarihi, İstanbul 1326.
Düvel-i İslâmiyye.
Yusuf Akçura, Osmanlı Devleti’nin Dağılma Devri, Ankara 1940.
Bayur, Hindistan Tarihi, I-III.
Zeki Velidi Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1946.
Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri.
a.mlf., Osmanlı Tarihi, I-IV.
Danişmend, Kronoloji, I-IV.
G. B. Cressey, Asia’s Lands and Peoples, New York 1951.
Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1956.
a.mlf., Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971.
a.mlf., Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1973.
Ahmed Mahmûd es-Sâdâtî, Târîḫu’l-müslimîn fî şibhi’l-ḳārreti’l-Hindiyye ve ḥaḍâretühüm, Kahire 1957, I-II.
a.mlf., Târîḫu’d-düveli’l-İslâmiyye bi-Âsyâ ve ḥaḍârâtühâ, Kahire 1979.
Spuler, İran Moğolları.
a.mlf., The Muslim World: A Historical Survey (trc. F. R. C. Bagley), Leiden 1960, I-II.
a.mlf., Târîḫ-i Îrân der Ḳurûn-i Nuḫustîn-i İslâmî (trc. Cevâd Felâtûrî), Tahran 1349 hş.
a.mlf., el-ʿÂlemü’l-İslâmî fi’l-ʿaṣri’l-Moġūlî (trc. Hâlid Esad Îsâ), Dımaşk 1402/1982.
Philip K. Hitti, Târîḫu Sûriyye ve Lübnân ve Filisṭîn (trc. Corc Haddâd v.dğr.), Kahire 1958-59, I-II.
M. Fuad Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ankara 1959.
Bekir Kütükoğlu, Osmanlı-İran Siyâsî Münâsebetleri: 1578-1590, İstanbul 1962.
Mafizullah Kabir, The Buwayhid Dynasty of Baghdad, Calcutta 1964.
Ahmed İbrâhim eş-Şerîf, ed-Devletü’l-İslâmiyyetü’l-ûlâ, Kahire 1965.
a.mlf. – Hasan Ahmed Mahmûd, el-ʿÂlemü’l-İslâmî fi’l-ʿaṣri’l-ʿAbbâsî, Kahire, ts. (Dârü’l-fikri’l-Arabî).
S. Lane-Poole, The Mohammadan Dynasties, Beirut 1966.
R. Grousset, Histoire de l’Asie, Paris 1966.
Faruk Sümer, Kara Koyunlular, Ankara 1967, I.
a.mlf., Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri, Boy Teşkilâtı, Destanları, İstanbul 1980.
S. Runciman, History of the Crusades (nşr. Setton), London 1969, I-III.
a.mlf., Haçlı Seferleri Tarihi, I-III.
G. E. von Grunebaum, Classical Islam a History 600-1258 (trc. Katherine Watson), London 1970.
Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu.
a.mlf., Islam, New York 1974, III.
Suhayl Zakkar, The Emirate of Aleppo (1004-1094), Beyrut 1391/1971.
Hasan Ahmed Mahmûd, el-İslâm fî Âsya’l-vüsṭâ, Kahire 1972.
Halil İnalcık, The Ottoman Empire: The Classical Age: 1300-1600 (trc. N. Itzkowitz – C. Imber), London 1973.
Mustafa Kafalı, Altın Orda Hanlığının Kuruluş ve Yükseliş Devri, İstanbul 1976.
D. M. Wilber, Iran: Past and Present, New Jersey 1976.
Stanford J. Shaw, Between Old and New: The Ottoman Empire under Sultan Selim III, 1789-1807, Cambridge 1977.
a.mlf. – E. K. Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye (trc. Mehmet Harmancı), İstanbul 1982-83, I-II.
C. E. Bosworth, The Medieval History of Iran, Afghanistan and Central Asia, London 1977.
The History of South-East, South and East Asia: Essays and Documents (ed. Khoo Kay Kim), Kuala Lumpur 1977.
Kamal S. Salibi, Syria under Islam, New York 1977.
Ghulam Rabbani Aziz, A Short History of the Khwarazmshahs, Karachi 1978.
Cl. Cahen, Osmanlılardan Önce Anadoluda Türkler (trc. Yıldız Moran), İstanbul 1979.
Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, İstanbul 1980.
Yüsrâ el-Cevherî, Âsya’l-İslâmiyye, Kahire 1980.
İmâdüddin Halîl, el-ʿİmârâtü’l-Artuḳıyye fi’l-Cezîre ve’ş-Şâm, Beyrut 1980.
Fehmi Hüveydî, İslâm fi’s-Sîn, Küveyt 1981.
R. Mantran, İslâm’ın Yayılış Tarihi (trc. İsmet Kayaoğlu), Ankara 1981.
Mehmet Saray, Dünden Bugüne Afganistan, İstanbul 1981.
Abdülmün‘im Mâcid, et-Târîḫu’s-siyâsî li’d-devleti’l-ʿArabiyye: ʿaṣrü’l-ḫulefâʾi’l-Ümeviyyîn, Kahire 1982.
Ömer Ferruh, Târîḫu ṣadri’l-İslâm ve’d-devletü’l-Ümeviyye, Beyrut 1983.
İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, İstanbul 1983.
a.mlf., Harezmşahlar Devleti Tarihi, Ankara 1984.
Reşîd Abdullah el-Cümeylî, Târîḫu’d-devleti’l-ʿArabiyyeti’l-İslâmiyye, Rabat 1983.
a.mlf., Dirâsat fî târîḫi’l-ḫilâfeti’l-ʿAbbâsiyye, Rabat 1984.
M. B. Hooker, Islam in South-East Asia, Leiden 1983.
Ali Sevim, Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi, Ankara 1983.
a.mlf. – Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi: Fetih, Selçuklu ve Beylikler Dönemi, Ankara 1989.
Kehhâle, el-ʿÂlemü’l-İslâmî, Dımaşk 1984.
M. G. Morony, Iraq After the Muslim Conquest, Princeton 1984.
Abdülkādir Muhammed Ahmed, el-Müslimûn fî Afġānistân, Peşâver 1404/1984.
M. Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Ankara 1984, III.
a.mlf., Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara 1989.
Fârûk Ömer, Târîḫu’l-ḫalîci’l-ʿArabî fi’l-ʿuṣûri’l-İslâmiyyeti’l-vüsṭâ, Bağdad 1985.
Erdoğan Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1985.
B. W. Andaya – L. Y. Andaya, A History of Malaysia, London 1986.
Abbas İkbâl, Târîḫ-i Moġūl, Tahran 1986.
Majid Ali Khan, The Truthful Caliphs al-Khulafa al-Rashidin, Delhi 1986.
Eberhard, Uzak Doğu Tarihi.
E. Corci, Târîḫu’l-ʿArab, Beyrut 1986.
Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1986-89, I-XIV.
Islam in Asia (nşr. John L. Esposito), New York 1987.
G. R. Hawting, The First Dynasty of Islam, Carbondale 1987.
İsâm Abdürraûf el-Fıkī, ed-Düvelü’l-İslâmiyyetü’l-müstaḳille fi’ş-şarḳ, Kahire 1987.
Abdürreşid İbrahim, İslâm Dünyası, İstanbul 1987, I-II.
Qamar Hasan, Muslims in India, New Delhi 1987.
Iqtidar Husain Siddiqui, Islam and Muslims in South Asia, Delhi 1987.
The Middle East and North Africa 1988, London 1987.
Hudarî, Muḥâḍarât: Ümeviyye.
a.mlf., Muḥâḍarât: ʿAbbâsiyye.
Seyyid Abdülazîz Sâlim, Târîḫu’d-devleti’l-ʿArabiyye, İskenderiye, ts. (Müessesetü şebâbi’l-câmia), I-II.
https://islamansiklopedisi.org.tr/asya#6-somurgecilik-donemi-ve-bagimsizlik
4. Sömürgecilik Dönemi ve Bağımsızlık. Avrupalılar’ın ticarî, iktisadî, dinî, siyasî ve diğer sebeplerle Asya kıtası ile ilgilenmeleri eski tarihlere gider. XV. yüzyılın sonlarına kadar Asya ile Avrupa arasındaki ilişkiler karadan sağlanırken bu tarihlerde, Asya’yı Avrupa’ya bağlayan kara ticaret yollarının geçtiği bölgelerde müslümanların hâkimiyet kurmaları Avrupalılar’ı Asya’nın güney kıyılarına ulaştıracak başka bir yol aramak mecburiyetinde bıraktı. Portekizliler’in Batı Afrika kıyılarını takip ederek XV. yüzyılın sonlarında Hindistan’a ve Seylan’a ulaşmaları Asya’nın tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı oldu.
Portekizli Vasco da Gama’nın Güney Afrika’yı dolaşarak Arabistan’ın güney sahillerinden Hindistan’a ulaşması (1498) ile Avrupalılar’ın özellikle kıyı bölgelerde başlayan faaliyetleri kısa zamanda büyük genişleme gösterdi. Yayılmacı bir politika güden Avrupalılar uzun zaman iç bölgelere nüfuz edemeden kıyılarda kurdukları ticaret kolonilerinde yaşadılar. Portekizliler’in kıtada karaya ayak bastıkları ve yerleştikleri ilk yer Kalikut oldu. Amiral Alfonso de Albuquerque Portekiz gücünü bölgede yaydı ve yeni yerler işgal etti. Avrupa baharat pazarını ele geçirmek amacıyla Portekizliler’in Hindistan’da ve Malay takımadalarında bazan zorla, bazan da yerlilerle anlaşarak kurdukları koloni ve ticaret merkezlerinin en önemlileri Güneybatı Asya’da Hürmüz (1515), Güney Asya’da Goa (1510), Güneydoğu Asya’da da Malaka (1511) idi. Daha sonra bu merkezlere Diû (1535), Hugly (1537), Kolombo (1517) ve Makao da (1557) katıldı. Asya’daki zenginlikleri Batı’ya taşımak amacında olan Portekizliler Hürmüz’den Japonya’ya kadar etkili oldular ve bu bölgedeki sömürgelerini Goa’da oturan Portekiz doğu valisi ile yönettiler.
Portekizliler’den sonra XVII. yüzyılın başlarında Asya’nın güney ve güneydoğu bölgelerinde görülen Hollandalılar kısa zaman içerisinde bölgedeki Portekiz egemenliğini sarsarak güçlü bir sömürge devleti haline geldiler. Hollandalılar Güneydoğu Asya’daki Cava ve Sumatra’ya yerleşerek bölgedeki egemenliklerini giderek güçlendirdiler. Bölgede ticaret tekelinin yanı sıra savaş ve barış yapmak, ülkeler ele geçirmek ve kaleler inşa etmek gibi haklar elde eden Birleşik Doğu Hindistan Şirketi (United East India Company: Vereenigde Oost-Indische Compagnie: VOC) 1602’de kurulduktan sonra Cava adasında Batavya şehrini kurdu (1619) ve burasını sömürge faaliyetleri için bir üs olarak kullandı. Buradan hareketle şimdiki Endonezya ve Filipinler’de pek çok adayı ele geçirdi. Portekizliler’le çatışan Hollandalılar Malaka (1641), Seylan (1683) ve Bengal kıyılarındaki bazı limanları ele geçirdilerse de asıl sömürgeleri Cava ve Sumatra idi.
Hollanda ve Portekizliler’in sömürge politikaları birbirinden farklı idi. Uzakdoğu’da toprak elde etmeye önem vermeyip denizlere egemen olmaya, kıyılardaki limanları ve ticaret merkezlerini ele geçirmeye yönelen Portekizliler’e karşılık Hollandalılar üretim bölgelerini ele geçirme amacı güttüler. Hint yarımadasında güçlü devletler bulunduğundan bu politikayı uygulamak zordu; bu sebeple güçlü devletlerin bulunmadığı Cava ve Sumatra’yı bütünüyle işgale yöneldiler. Bazan buradaki yerlilerle anlaşarak, bazan da zorla bu bölgeyi kısa zamanda sömürgeleştirdiler. Yönetim olarak yerli halkla hiç ilgilenmemiş olan Hollanda şirketi Çin, Japonya ve Hindistan arasında bir ticaret ağı kurdu ve bu ticaretten büyük paralar kazandı.
Portekizliler’den bir asır sonra Asya’ya gelen İngilizler kısa zamanda kıtanın güneyinde güçlü sömürgeler edindiler ve burada en uzun süreli kalan Avrupalılar oldular. XVII. yüzyılın başlarında Güney Asya’daki Sûret’e (Gucerât) yerleşen İngilizler ticaret için önemli bir yer elde edip kısa zamanda sivrildiler. Gurkanlı yönetiminden kapitülasyonlar alarak iç kısımlardaki şehirlerde de ticaret yapma hakkını elde ettiler ve egemenliklerini giderek genişlettiler. Güneybatı Asya’da önemli bir ticaret üssü olan Hürmüz, XVII. yüzyıl başında İngilizler’in eline geçti (1622). Bölgede Madras (1640), Bombay (1661) ve Kalküta’ya (1690) sahip olan İngilizler XVIII. yüzyılın ortalarında içerilere yöneldiler ve Bengal (1757) ile Cakarta’ya da (1761) hâkim oldular.
İngiltere hükümetinin kıtanın güneyinde ticaret yapma, sömürge elde etme, egemenlik altındaki yerleri yönetme hakkını ve tekelini, 1600 yılında kurulan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’ne (East India Company) vermesi ile Hint ve Çin denizlerinde ticaret yapma imtiyazını ele geçiren şirket önce Cava, Sumatra ve Moluk adalarına yerleşmek istediyse de daha sonra faaliyet alanını Hindistan yarımadasına kaydırdı ve Hindistan’ın doğu ve batı kıyılarındaki ticarete hâkim oldu; burada pamuk, baharat ve çay ticaretini ele geçirdi. Önce Dekken’in doğu kıyılarında, ardından Bengal, Bihâr, Hariharpur, Balusor, Hugly ve Patna’da ticaret üsleri kuran İngilizler’in XVIII. yüzyılın başlarında Delhi’de ve diğer yerlerde elçilik açma ve gümrüksüz ticaret yapma imtiyazları koparmaları kıtanın güneyinde giderek güçlenmelerini sağladı. İngilizler’in bölgedeki ilk yönetim merkezi Sûret idi; bu merkez daha sonra Kalküta, Bombay ve Madras’a taşındı. Asya’daki İngiliz sömürgeleri İngiltere’nin buraya tayin ettiği bir vali tarafından yönetiliyordu.
Avrupa’nın güçlü devletlerinden Fransa ise Asya kıtasına ulaşmakta geç kaldı ve Doğu’da sömürgeler kurma ve ticaret yapma amacıyla Doğu Hindistan Şirketi’ni (Campagne des Indes Orientales) ancak 1664’te kurdu. Şirket önce Sûret ve Dekken’in doğu kıyılarına yerleşmeye çalıştıysa da bölgedeki ilk sömürgeleri Pondişeri (Pondichery) (1674) ve Chandernagar (1686) oldu. Güneydoğu Asya’ya yerleşmeye ve burada sömürgeler elde etmeye çalışan Fransa, bölgeye daha önce gelen İngiltere ile çatışmak zorunda kaldı; İngiltere’nin Hindistan yarımadasına, Fransa’nın da Çinhindi’ne hâkim olması çatışmayı önledi. XVIII. yüzyılın sonlarına doğru Çinhindi ile ilgilenmeye başlayan Fransa burada bulunan Annam, Tonkin ve Kamboçya’da yerli hükümdarların iç karışıklıklar ve mahallî çatışmalar sebebiyle Fransız himayesine sığınmalarıyla bazı imtiyazlar kazandı ve XIX. yüzyılda bölgeye tamamen hâkim oldu.
XVI. yüzyılın ikinci yarısından sonra Güneydoğu Asya’da Filipinler’i işgal eden İspanyollar’ın Asya’daki güçleri çok sınırlı kaldı. Avrupa’daki düşmanlıkların Asya sularına kayması üzerine burada bulunan İngiliz, Fransız, Portekiz, İspanyol ve Hollandalılar arasında şiddetli çatışmalar oldu. Hollandalılar Güneydoğu Asya’da Portekiz ve İspanyollar’ın egemenliğine son verirken İngilizler de Fransa’yı Çinhindi’yle yetinmek zorunda bıraktılar ve Asya’nın güney ve güneybatı bölgelerine tamamen hâkim oldular.
Batı Avrupa devletlerinin Asya kıtasına nüfuzu denizden olurken Rusya’nın Asya’daki ilerlemesi karadan oldu. XVI. yüzyıldan itibaren Asya’ya yönelen Rusya Kazan Hanlığı’nı ele geçirdikten sonra (1552) Sibirya’ya rahatlıkla yayıldı; ardından Tobolsk (1587), Tomsk (1604), Irkutsk (1652) ve Nertchinsk’e (1656) yerleşti. 1556’da Astarhan Hanlığı zaptedilince Rus gücü Hazar denizine kadar uzandı ve XVII. yüzyıl ortalarında Asya’nın kuzeyi tamamen Rusya’nın egemenliğine girdi. Güneye inme politikasını sürdüren Rusya XVIII. yüzyılın sonlarına doğru Kırım Hanlığı, Azak denizi ve Karadeniz’in kuzey kıyılarına sahip oldu. Rus yayılması XIX. yüzyıl başlarında doğuda Japon denizine ulaşırken güneyde de Afganistan sınırlarına kadar dayandı ve bu yüzyılın başlarında Kafkasya’da Azerbaycan ile Gürcistan’a boyun eğdirdi.
XIX. Yüzyılda Asya’da Sömürge Hareketleri. XIX. yüzyıla gelindiğinde Rusya, İngiltere, Fransa ve Hollanda’nın Asya kıtasına iyice yerleşmiş ve bazı bölgeleri sömürge haline getirmiş oldukları görülür. Kıtanın kuzey ve kuzeybatısında ilerlemesini sürdüren Rusya bu yüzyılın başlarında Kafkasya’yı ele geçirdi ve Türkmençay Antlaşması (1818) ile İran’daki siyasî nüfuzunu arttırdı. İran bağımsızlığını korumakla beraber Rusya ile İngiltere arasında nüfuz bölgelerine ayrıldı; ülkenin kuzeyi Rusya’nın, güneyi ise İngiltere’nin nüfuz alanına girdi. Kafkasya’da güçlenen Rusya 1815 Viyana Kongresi ile kurulan sistemde dünyanın en büyük devletlerinden biri olarak Orta ve Doğu Asya’daki gelişmesine önem verdi. Kırım Harbi’nden başarı ile çıktıktan sonra Sibirya’ya yönelen bu ülke, Çin ile imzaladığı Aigun Antlaşması (1858) ile Mançurya’da bazı bölgelere sahip oldu ve Uzakdoğu’da önemli bir üs olarak kullanacağı Vladivostok şehrini kurdu (1858). Orta Asya’da Türk hanlıklarından Buhara ve Semerkant’ın 1868’de, Hîve ve Fergana’nın da 1875’te eline geçmesiyle bölgenin tek hâkim gücü haline geldi.
Rusya’nın sömürge faaliyetleri Güney Asya kıyılarına kadar inmeyip Orta Asya ve Sibirya ile sınırlı kalmakla birlikte XIX. yüzyılda ülkenin siyasî sınırları en geniş noktasına vardı. Bu yüzyılın ikinci yarısında Asya’nın orta, batı ve doğu bölgelerinde nüfuzunu arttıran Rusya ile kıtanın güneyini sömürgeleştiren İngiltere egemenlik yarışına girdiler. İngiltere en büyük sömürgesi Hindistan’ın emniyeti için kuzeyde bir güvenlik çemberi oluşturmak istiyordu. Bu sebeple Rusya ve İngiltere Afganistan üzerinde egemenlik kurmak hususunda çatışma noktasına geldiler. Afganistan’ın kuzey ve kuzeybatı bölgelerine hâkim olan Rusya’nın Herat’ı ele geçirmesine engel olmak ve Afganistan üzerinde egemenlik kurmak gayesiyle İngiltere bu ülkedeki nüfuzunu arttırmaya çalıştı. Rusya ile İngiltere’nin nüfuz bölgeleri arasında bir tampon bölge oluşturmak hususundaki görüşmeler olumlu sonuç vermedi. Fakat İngiliz isteklerinin Rusya tarafından kabul edilmesiyle Rusya ile İngiltere arasındaki gerginlik sona erdi (1873) ve böylece İngiltere Afganistan üzerinde nüfuz kurarak Hindistan sömürgesinin kuzeyini güven altına almış oldu. Orta Asya Rusya’ya terkedildi ve Rusya ile Afganistan arasındaki sınır 22 Temmuz 1887 tarihli Rus-İngiliz antlaşması ile belirlendi.
Asya kıtasında büyük bir sömürge imparatorluğu kuran İngiltere, XVII. yüzyılda yerleştiği Hint yarımadasında hâkimiyeti altında tuttuğu yerleri hızla arttırarak XIX. yüzyılın ortalarında Güneydoğu Asya’dan Güneybatı Asya’ya kadar uzanan bölgede en büyük güç oldu. Daha önce İran’la birlikte Portekizliler’i yenerek yerleştiği Hürmüz’de 1622 tarihli İran-İngiliz antlaşması ile elde ettiği imtiyazlarla bölgede gücünü arttırdı. 1820’de Basra körfezinde bulunan ve bugün Birleşik Arap Emirlikleri’ni oluşturan Arap kabileleriyle imzaladığı genel antlaşma ile körfez bölgesinde nüfuzunu arttırdı. Güney Asya-Avrupa ticaret yolunun üzerinde bulunan ve bir ikmal üssü olarak hizmet gören Kızıldeniz’in girişindeki Aden’e 1839’da yerleşen İngiltere, Süveyş Kanalı’nın açılması (1869) üzerine önemi daha da artan Mısır’ı 1882’de işgal ederek hem Afrika’da hem de Asya’daki durumunu güçlendirdi. Batılılar bir yandan bazı yerleri fiilen işgale ve sömürgeleştirmeye çalışırken diğer yandan işgal edemedikleri yerlerde misyoner faaliyetlerini organize ediyor, ayrılıkçı düşünceleri yaymaya önem veriyorlardı. XIX. yüzyılda Lübnan ve Suriye bölgesinde gözlenen gelişmeler bu uygulamaya tipik bir örnek teşkil eder. Burada Protestan ve Katolik misyonerlerin faaliyetleri İngiliz ve Fransız etkisini giderek arttırmış ve XX. yüzyılın başlarında buraların sömürge haline düşmeleriyle sonuçlanmıştır.
XVII. yüzyılda İngiltere’nin uygulamaya koyduğu kıtanın güneyini tamamen ele geçirme politikası XIX. yüzyılın ikinci yarısında tamamlandı. Hindistan’ın kuzeyindeki Nepal’in (1816), Sind’in (1843) ve Sih Krallığı’nın (1849) zaptedilip sömürge haline getirilmesiyle İngiliz Hindistanı’nın kuzey ve kuzeybatıdaki genişlemesi tabii sınırlara vardı. Kuzey sınırların güven altına alınmasından sonra doğuya yönelen İngiltere Birmanya kıyılarını ele geçirdi (1852). İngiltere’nin Hint yarımadasına bütünüyle hâkim olması, 1857’de II. Bahadır Han zamanında patlak veren Sipahi İsyanı sonundadır. Bu yıllarda Hindistan’da misyoner faaliyetlerinin artması ve buna karşı yerli müslüman ve Hindular’ın kendi dinlerini muhafaza etmek istemeleri, ekonomik durumun kötüye gitmesi, Gurkanlı yöneticilerin İngilizler’in birer kuklası olmaları ve bu durumun halkı rencide etmesi gibi temel sebeplerle önce ordu içerisinde İngilizler aleyhinde patlak veren isyan, kısa zamanda bütün Hindistan’a yayılarak ciddi bir durum aldıysa da İngilizler kanla ve şiddetle isyanı bastırarak yarımadaya tamamen hâkim oldular. Son Gurkanlı Padişahı II. Bahadır Han’ın İngilizler’e teslim olmasıyla Gurkanlı yönetimi son buldu ve İngiltere Kraliçesi Victoria aynı zamanda Hindistan’ın kraliçesi oldu. İsyandan sonra İngiltere, Hindistan’ın yönetimini İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nden alarak İngiliz hükümetine bağladı (1858).
Güney Asya’da olduğu gibi Güneydoğu Asya’da da dönemin en güçlü sömürge devleti haline gelen İngiltere sırasıyla Singapur (1819), Malaka (1824), Bruney (1841), Hong Kong (1842), Natal (1843), Labuan (1846), Aşağı Burma (1852), Lagos (1861) ve Saravak’ı (1888) sömürge imparatorluğuna kattı. Pasifik’teki Borneo’nun bir kısmını ve Yeni Gine’yi de ele geçirdi. Ayrıca bölgedeki pek çok ada İngiliz hâkimiyetine girdi.
Asya kıtasının en eski, büyük ve güçlü ülkesi olan Çin’in Avrupa devletleri tarafından bir sömürge haline getirilmek istenmesiyle ilgili faaliyetleri XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde İngiltere başlattı. 1820’lere kadar dışarıya iyice kapalı olan Çin’in Kanton ve Makao limanlarında ancak küçük bir sahada ticaret yapabilen İngiliz tüccarları ülkenin iç bölgelerine giremiyorlardı. İngilizler’in Hindistan afyonunu Çin’e sokarak büyük paralar kazanmaya başlamaları üzerine Çin yönetiminin afyonun ülkeye girişini yasaklaması İngiltere’nin Çin’e savaş açmasına sebep oldu (1840-1842). Savaş sonunda imzalanan Nankin Antlaşması (22 Ağustos 1842) ile Çin Kanton dışında bazı limanlarını daha (Amoy, Ning-po, Foucheon, Chang-hai) İngiliz ticaretine açmayı kabul ettiği gibi Hong Kong adasını da İngiltere’ye bıraktı. İngiltere’den sonra Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri de aynı hakları elde ettiler. Bu antlaşma ile Çin’de kapitülasyonlar devri başlamış oldu. “En fazla müsaadeye mazhar ülke” statüsü ile Avrupa ülkelerinin Çin’den çeşitli ekonomik, ticarî ve dinî imtiyazlar koparmaları ve bu ülkeye yerleşerek koloniler kurmaları Çin’in sosyal ve ekonomik yapısının hızla bozulmasına, değerli madenlerin ve özellikle gümüşün dışarıya çıkarılmasına ve sonunda da enflasyona, malî krizlere ve bunalımlara sebep oldu. 1860’ta patlak veren Taypingler ayaklanması, İngiltere ile Fransa’nın, çıkarlarına zarar vereceği gerekçesiyle müdahale etmelerine imkân verdi ve imzalanan Tientsin Antlaşması ile Avrupalılar konsolosluk açma, toprak alabilme, serbest misyonerlik yapabilme, özel mahkemeler kurma gibi yeni haklar elde ettiler. Ayrıca bu antlaşma ile Çin’in bütün limanlarını yabancılara açmayı kabul etmesi ülkenin dış ticaretine büyük bir darbe indirdi.
Avrupa ülkelerince sömürge veya yarı sömürge haline getirilmeye çalışılan Çin zaman zaman yayılmacı bir politika takip etmiş ve özellikle Doğu Türkistan’ı sınırlarına dahil etmiştir. 1758 yılına kadar Çin’e sözde bağlı kalan Doğu Türkistan bu tarihte işgal edilerek Çin’e katıldıysa da XIX. yüzyıldaki karışıklıklardan istifade edip 1865’te bağımsızlığını elde etti. Fakat kısa bir zaman sonra yine Çin tarafından ilhak edildi (1877). Çin sadece Avrupa ülkelerinin emperyalist politikaları ile değil XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kapılarını dışarıya açan ve hızlı bir modernleşme sürecine giren Uzakdoğu’daki Japonya’nın yayılmacı politikasıyla da mücadele etmek zorunda kaldı. Japonya önce Amerika Birleşik Devletleri ile ticarî ilişkileri başlattı (1853) ve iki limanını (Shimodate ve Hokadate) milletlerarası ticarete açtı. Kısa bir zaman sonra diğer limanlarını da milletlerarası ticarete açmayı ve Amerika Birleşik Devletleri’nin diplomatik temsilcilik kurmasını kabul etti. Bu devleti takiben İngiltere, Fransa ve Rusya da benzer imtiyazlar elde ettiler, böylece bu tarihlerde Asya’nın bütün limanları sömürgeci güçlerin nüfuzuna girmiş oldu.
Kapılarını dışarıya açan Japonya gerçekleştirdiği sosyal, siyasî ve ekonomik yeniliklerle kısa zamanda bölgenin en güçlü ülkesi haline geldi ve yüzyılın sonlarına doğru sömürge edinme ve yayılma politikası takip etmeye başladı. Her türlü ham maddeyi dışarıdan satın alan Japon endüstrisinin dışarıya bağımlı olması, nüfusun hızla artması, ordu çevrelerinin emperyalist arzuları ve tröstlerin kazanç hırsları, ülkenin yayılmacı bir politika takip etmesini mecburi hale getirmiştir. Çin’in elinde bulunan Kore coğrafî mevkii ve ekonomik imkânları açısından Japonya’nın yakın ilgisini çekiyordu. Japonya 1894’te birliklerini Kore’ye çıkardığında Çin bu ülkeye savaş açmak zorunda kaldı. Modern silâhlarla donatılmış Japon ordusu karşısında bir varlık gösteremeyen Çin, Shimonoseki Antlaşması’nı imzalamaya (1895) ve ağır hükümleri kabul etmeye mecbur oldu. Bu antlaşma ile Japonya Doğu Asya’daki Formoza, Pescadores ve Kore adasına yerleşti ve Leaotong adası ile Port Arthur’u da ele geçirerek Mançurya’nın güneyine iyice nüfuz etti. Japonya’nın Mançurya’nın güneyine yerleşmesinden tedirgin olan ve burasını kendi yayılma alanı olarak gören Rusya, Fransa ve Almanya’nın desteğiyle Japonya’yı Leaotong adasından çıkardı.
Çin’in Japonya ile yaptığı savaşta yenilmesi Rusya’nın genişleme politikasını hızlandırdı. Rusya Sibirya’dan Port Arthur’a kadar demiryolu inşa etme yetkisini aldı ve Vladivostok şehrini, Uzakdoğu’da en kuvvetli limanlardan biri haline getirdi; bu suretle de Mançurya üzerindeki nüfuzunu giderek arttırdı. Rusya’nın Doğu Asya’daki genişlemesi ve güçlenmesine karşı çıkan Japonya, XX. yüzyılın başlarında bu ülkeye karşı açtığı savaşta (1904-1905) büyük bir başarı kazandı ve Rusya’nın bölgedeki genişlemesinin önüne geçti.
Hindistan’ın doğu bölgesine hâkim olmak için İngiltere ve Fransa arasında XVIII. yüzyılda başlayan mücadele ve çatışmaları kaybeden Fransa Çinhindi’nde yayılmaya ve burasını sömürgeleştirmeye yöneldi. Burada bulunan devletler arasındaki iktidar mücadeleleri ve iç karışıklıkların yanı sıra Güneydoğu Asya’da güçlü bir sömürge imparatorluğu kuran Hollandalılar’ın bölgeye yönelik tehditleri karşısında yerli yönetimlerin Fransa’dan yardım istemeleri bu ülkenin Çinhindi’ne yerleşmesini kolaylaştırmıştır. XVIII. yüzyılın sonlarına doğru Fransa Çinhindi bölgesine hâkim olduysa da bu bölgenin tamamen Fransa’nın eline geçmesi ancak 1884-1885 savaşı sonunda tamamlandı. Fransa Annam’daki iktidar çatışmasından faydalanarak XIX. yüzyılın başında 1801’de bölgeye yerleşti. 1802’de Tonkin’i işgal etmekle birlikte ancak 1882’de burayı tamamen ele geçirebildi ve himayesine aldı. Ardından Kimer Devleti ile Kamboçya Fransa’nın himayesini kabul etmek zorunda kaldılar. Yüzyılın sonlarına doğru Laos da Fransa’nın eline geçti. Böylece XX. yüzyılın başlarında bütün Çinhindi devletleri Fransız himayesine girmiş ve birer sömürge haline gelmiş bulunuyorlardı.
Güneydoğu Asya’da sömürgelere sahip olan Hollanda’nın Fransız İhtilâli’nden sonra bu ülkenin eline geçmesi üzerine sömürgelerinin bir kısmı İngiltere tarafından işgal edildi. Bölgenin sömürge merkezi Batavya İngiltere’nin eline geçti (1811). Hollanda’nın Birleşik Doğu Hindistan Şirketi dağıtıldı. Açe ve Sumatra’daki İslâm sultanlıklarına uzun zaman hâkim olamayan Hollanda, misyoner bir şarkiyatçı olan Christiaan Snouck-Hurgronje’nin tavsiyelerine uyarak buraya ancak XX. yüzyılın başında hâkim olabildi.
Amerika Birleşik Devletleri’nin Asya kıtasına ve özellikle de müslüman ülkelere nüfuzu XIX. yüzyılın başlarında görülür. Amerika Birleşik Devletleri Kuzey Afrika’daki İslâm ülkeleriyle çeşitli ticaret anlaşmaları yaptıktan sonra Arap yarımadasının güneyindeki Maskat Sultanlığı ile 1833’te bir anlaşma imzaladı ve bu anlaşma ile burada konsolosluk açmanın yanı sıra bazı haklar kazandı. Aynı yıl Amerika Birleşik Devletleri Siyam (Tayland) ile de benzer bir anlaşma yaparak Hint Okyanusu’na açıldı. XVIII. yüzyılın sonlarına doğru Güneydoğu Asya’ya yerleşmek ve buradaki ticareti ele geçirmek isteyen Amerika Birleşik Devletleri buradaki İngiliz ve Hollanda çıkarlarıyla çatıştı. Bölgedeki bazı sultanlıklarla imzaladığı anlaşmalarla çeşitli haklar elde etti ve buralarda konsolosluklar açtı. XVI. yüzyılda İspanya adına Miguel Lopez de Legaspi tarafından işgal edilerek (1571) Kral II. Felipe’ye sunulan Filipinler’de İspanya’nın takip ettiği ekonomik ve dinî politika çeşitli ayaklanmalara ve çatışmalara sebep olmuştu. 1888’de Filipin Birliği kurulduysa da Amerika Birleşik Devletleri’nin müdahalesiyle bu cumhuriyet çöktü ve burası Amerika Birleşik Devletleri ile İspanya arasında çatışma konusu oldu. Paris Antlaşması’yla (1898) Amerika Birleşik Devletleri’ne bırakılmasından sonra Filipinler bir Amerikan sömürgesi haline getirildi. Amerika Birleşik Devletleri XIX. yüzyılda Asya’daki bazı ülkelerle çeşitli anlaşmalar imzalayarak kıtaya nüfuz etmeye çalıştıysa da kıtada hâkim olan İngiliz, Fransız, Hollanda ve Rus sömürgeciliği karşısında ciddi bir varlık gösteremedi.
XX. Yüzyılda Sömürgecilik ve Bağımsızlık. XX. yüzyıl Asya için hem sömürgeciliğin zirveye ulaştığı hem de sömürgecilere karşı bağımsızlık hareketlerinin geliştiği ve sömürgeciliğin tasfiye edilerek bağımsız devletlerin kurulduğu bir çağ olmuştur.
I. Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı yönetimi altında kalan Ortadoğu, savaşta Osmanlılar’ın yenilmeleri üzerine İngiltere ile Fransa arasında paylaşıldı. İngiltere Ortadoğu’yu Türk yönetiminden koparmak için savaş yıllarında büyük gayretler gösterdi. Hicaz Emîri Şerif Hüseyin ile Kahire’deki İngiliz yüksek komiseri Henry McMohan arasında 1915 ve 1916 yıllarında yapılan mektuplaşmalar, Ortadoğu’da bağımsız bir Arap İmparatorluğu’nun kurulmasıyla ilgili prensipleri ve İngiltere’nin bu konudaki vaadlerini ortaya koyuyordu. Fakat savaş yıllarında İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan gizli Sykes-Picot Antlaşması (1916) ile Osmanlı ülkesinin doğusu ve Ortadoğu paylaşılıyordu. 1917 Ekim İhtilâli sonrasında Rusya savaştan çekilince Ortadoğu İngiltere ile Fransa’ya kaldı. I. Dünya Savaşı sonunda Irak, Ürdün ve Filistin’de İngiliz, Suriye ve Lübnan’da ise Fransız manda yönetimleri kuruldu (1922). Hicaz bölgesinde Suudi Arabistan bağımsız olmakla birlikte burası da İngiliz etkisi altındaydı. Arap yarımadasının güneyi İngiltere’nin Aden sömürgesi şeklinde teşkilâtlandırılmış iken yarımadanın güneyi doğu ve batı olmak üzere iki ayrı İngiliz himayesi (protectorate) şeklinde örgütlendirildi. Küveyt, Uman, Bahreyn, Katar, bugünkü Birleşik Arap Emirlikleri’ni oluşturan yedi emirlik ve Yemen İngiltere’nin denetimine girdi. Böylece dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Ortadoğu’da da İngiltere en büyük güç oldu.
Ortadoğu’da Batılı emperyalist güçlere ve sömürge yönetimlerine karşı ciddi hareketler görüldü. Osmanlı Devleti’nin çöküşünden sonra Anadolu’yu işgale yönelen devletlere karşı Mustafa Kemal liderliğinde başlatılan Millî Kurtuluş Savaşı, Anadolu’dan emperyalist güçlerin çıkarılması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile sonuçlandı (1923). 1902-1926 yılları arasında Arap yarımadasında teşekkül eden Suudi Arabistan 1932’de krallık olurken Fransız mandası altındaki Suriye 1930’da, Lübnan ise 1941’de şeklen de olsa bağımsızlıklarını kazandılar. Fransız güçlerinin Suriye ve Lübnan’dan ayrılmaları savaştan sonra mümkün oldu. İngiltere mandası altında bulunan Irak 1932’de bağımsızlığını aldıysa da İngiliz etkisi devam etti. Ürdün Hâşimî Krallığı 1946’da kuruldu. Filistin’de ise yahudi göçü sebebiyle ciddi ayaklanmalar ve krizler yaşandı. Dünyanın çeşitli yerlerinden göç eden yahudilerin buraya gelip yerleşmeleri ve koloniler kurmaları bir Filistin meselesini ortaya çıkardı. Filistin’in geleceği Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nın 1947 Kasımında aldığı “taksim” kararı ile belirlendi ve buranın yahudi ve Araplar arasında paylaşılması kabul edildi. Yahudiler derhal bağımsız İsrail Devleti’ni kurarken (15 Mayıs 1948) Araplar buna şiddetle karşı çıkarak mücadeleyi başlattılar. Fakat Arap-İsrail mücadelesi devamlı surette İsrail’in genişlemesine, Filistin meselesinin daha da çözülemez hale gelmesine sebep oldu. Arap yarımadasının güneyinde ve Basra körfezinde bulunan ülkelerin bağımsızlıklarını kazanmaları ise daha geç oldu. Zeydî imamlar tarafından yönetilen ve Kızıldeniz’e girişi kontrol eden Yemen 1958’de Suriye ve Mısır tarafından kurulan Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne katıldı. 1961’de bu birliğin dağılmasından sonra İngiltere ve himayesi altındaki Aden’le çatışmaya girdi. 1962’de başlayan iç savaş 1967’de Kuzey Yemen (Yemen Arap Cumhuriyeti) ile Güney Yemen’in (Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti) kurulmasına yol açtı. Yemen Arap Cumhuriyeti ile Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti, 22 Mayıs 1990 tarihinde birleşerek Yemen Cumhuriyeti’ni kurdular. Küveyt (1961), Birleşik Arap Emirlikleri (1971), Uman (1972), Bahreyn (1972) ve Katar’ın (1972) İngiltere’den bağımsızlıklarını almaları ile bölgede sömürge idaresi altında bulunan ülke kalmamış oldu.
Rusya ile İngiltere’nin nüfuz mücadelesine konu olan Güneybatı Asya’daki İran, XX. yüzyıl başlarında bu iki devlet arasında nüfuz bölgelerine ayrılmakla birlikte Çarlık Rusyası’nın yıkılmasından sonra İngiltere’nin nüfuzuna girdi. 9 Ağustos 1919’da İngiltere ile İran arasında imzalanan bir anlaşma ile İngiltere İran’ın yönetim ve askerî teşkilâtını düzenleme görevini üstüne aldı ve teknik ve malî yardım yapmaya başlamasıyla İran’da İngiliz nüfuzu giderek arttı. 1932’de Abadan petrolleri konusunda ciddi bir kriz yaşandı ve İran 1933’ten itibaren Almanya ile ilişkilerini geliştirdi. II. Dünya Savaşı yıllarında müttefiklerin Sovyetler Birliği’ne yardım ulaştırabilmeleri için İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin ortak işgaline (1941) uğrayan İran’dan savaştan sonra işgal kuvvetlerinin çekilmesi önemli bir problem oldu. Savaşın bitiminde İngiliz birlikleri çekilirken Sovyet birlikleri bu ülkede bazı tertiplere girişti. Sovyet birliklerinin İran’dan çekilmeleri birtakım ekonomik tâvizler sonucu mümkün oldu. Savaştan sonra İngiltere’nin bölgede azalan nüfuzunu Amerika Birleşik Devletleri doldurmaya çalıştı. İran petrollerinin millîleştirilmesi Batı ülkelerinin çıkarlarını zedeleyince Amerika Birleşik Devletleri’nin tertipleri sonucu gerçekleştirilen bir darbe ile Musaddık yönetimine son verildi (1953). Şah Rızâ Pehlevî’nin Batı ve Amerika Birleşik Devletleri yanlısı politikası ülkede ekonomik ve sosyal dengesizliklere yol açtı ve yönetime karşı gelişen İslâmî muhalefet, 1979’da Âyetullah Humeynî liderliğinde bir İslâm devrimini gerçekleştirerek şah yönetimine son verdi. Yeni yönetim Amerika Birleşik Devletleri ve Batı nüfuzuna karşı bir politika takip etmeye başladı.
İngiltere ile Rusya arasında nüfuz mücadelesine konu olan ülkelerden biri de Afganistan’dır. XIX. yüzyılın başlarında ortaya çıkan İngiliz-Rus mücadelesi İngiltere’nin lehine gelişti; Rusya Orta Asya’ya yerleşirken İngiltere de bu ülke ile imzaladığı anlaşmalarla Afganistan üzerinde egemenlik kurmaya çalıştı. 20 Mayıs 1879 tarihinde imzalanan antlaşma ile Afganistan’ın dış ilişkilerini düzenleme imtiyazını elde eden İngiltere’nin I. Dünya Savaşı’nda tarafsız kalarak bu ülkeye büyük yardımda bulunan Afganistan’a bu alanda bağımsızlık vermek istememesi üzerine patlak veren üçüncü Afgan-İngiliz savaşı, 8 Ağustos 1919’da imzalanan antlaşma ile sona erdi. Bu antlaşma ile Afganistan’ın dış işlerinde de tam bağımsız bir ülke olduğu kabul edildi. Böylece İngiltere’nin bir asra yakın devam eden Afganistan üzerindeki nüfuzu son bulmuş oldu.
Afganistan İngiltere’den sonra Sovyetler Birliği’ne yanaşmak istediyse de Sovyetler’in Orta Asya’yı bolşevikleştirmesi ve iki ülke arasında zaman zaman görülen sınır çatışmaları sebebiyle ilişkiler iyi gitmedi. Bunun üzerine Afganistan Almanya ile ilişkileri geliştirdi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden Sovyetler’e yanaşan Afganistan 1979’da Sovyet işgaline uğradı. On yıl devam eden işgal 1989’da son buldu ve Sovyet birlikleri bu ülkeden çekildi.
XIX. yüzyılda Çarlık Rusyası tarafından Orta Asya’da başlatılan genişleme ve sömürgeler edinme politikası sürerken XX. yüzyılın başlarında kıtanın doğusunda da genişlemek isteyen Rusya 1904’te Japonya ile çatıştı ve savaşta yenilince bir kısım yerleri Japonya’ya bırakmak zorunda kaldı. Rusya bu savaşın Uzakdoğu’daki hayallerine son vermesi üzerine politikasını batıya kaydırarak Boğazlar üzerinde yoğunlaştırmaya çalıştı. Çarlık Rusyası’nın yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin kurulması (1917) mevcut durumunu pek değiştirmedi. Sovyet yönetimi, Orta Asya ve Sibirya’da egemenliği altında bulunan ülkeleri bolşevikleştirerek Sovyet federasyonu içerisinde yer almalarını sağladı. Hem Çarlık Rusyası’nda hem de Sovyetler Birliği’nde özellikle Türk cumhuriyetlerinde Rus hegemonyasına karşı zaman zaman ortaya çıkan ayaklanma ve devrim karşıtı hareketler yönetim tarafından şiddetle bastırılarak susturuldu. Stalin dönemindeki devlet teröründen en çok etkilenenler müslümanlar oldu.
Hürmüz Boğazı’ndan Siyam’a (Tayland) kadar bütün Güney Asya’yı sömürgeleştirmiş olan İngiltere bölgede İngiliz menfaatlerini koruyan, Hindistan köylüsünü dünyanın en fakir kitlesi haline getiren, geleneksel ekonomik yapıyı çökerten, İngiliz sanayi ve ticaretinin gelişmesine yönelik, Hintliler’in idarede yüksek mevkilere gelebilmelerine engel olan bir politika takip ediyordu. İşte bu politika sömürge altındaki yerlerde yer yer ayaklanmalara ve aydınlar arasında milliyetçi eğilimlerin su yüzüne çıkmasına sebep oldu. I. Dünya Savaşı İngiltere ile sömürgeler arasındaki ilişkilerde bir dönüm noktası teşkil etti. Savaştan sonra hürriyetçi ve milliyetçi düşünceler gelişti. İngiltere ve Fransa’nın savaştaki tükenmişliği, Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği’nin bu konudaki sert eleştirileri ve kıtadaki ülkelerin büyük medeniyet mirasına sahip bulunmaları, sömürge yönetimlerine karşı milliyetçi hareketlerin gelişmesinde önemli rol oynadı. XIX. yüzyılın sonlarına doğru Hintli aydınlar arasında gelişen bağımsızlık düşüncesi, ilk defa 27 Aralık 1885’te Bombay’da toplanan Hint Millî Konseyi’nde, ülkenin yönetiminde etkili olma ve yönetimi denetleme hakkını elde etme şeklinde dile getirildiyse de sömürge yönetimi kongrenin isteklerine olumlu bakmadı ve ona karşı çıktı. Hindular’ın bağımsızlık mücadelesinde en önemli siyasî teşkilât olarak gelişen Hint Millî Kongresi’ne bu ülkedeki müslümanlar sempatiyle bakmadılar ve 1906’da Müslüman Birliği’ni (Muslim League) kurdular. 1910’dan itibaren müslüman birlik ile kongre bağımsızlık için ortak hareket ettiler. Savaştan sonra İngiltere Hintliler’e yönetimde bazı haklar tanımakla birlikte Mahatma Gandi’nin liderliğindeki kongrenin geniş halk yığınlarının harekete geçirilerek İngiliz sömürge yönetimine karşı başlattığı sivil itaatsizlik (pasif direniş) hareketi (1920), her türlü engellere ve yönetimin şiddetle bastırma politikasına rağmen giderek ülke düzeyine yayıldı. Gelişmeler karşısında İngiliz yönetimi 1937’de yeni bir anayasayı yürürlüğe koymakla birlikte bağımsızlık isteklerinin önüne geçemedi. II. Dünya Savaşı yıllarında müslümanlar arasında ayrı bir devlet kurma fikri gelişti ve Muhammed Ali Cinnah lider olarak sivrildi. Kongrenin 1942’de İngilizler’in Hindistan’ı terketmelerini istemesi sömürge yönetimini sertleştirdi ve kongre ileri gelenleri tutuklandı. Savaşın bitmesinden sonra yapılan seçimler de kongre partisine mensup olanların illerdeki yönetimleri ele geçirmeleri, bağımsızlığa giden yolda hızla ilerlemelerini sağladı. Bu arada müslümanlarla Hindular’ın aynı çatı altında teşkilâtlandırılması çabaları olumlu sonuç vermeyince İngiltere’nin Hindistan sömürgesinde 18 Temmuz 1947’de iki bağımsız devlet doğdu. Hindistan’ın batısında müslümanların Pakistan Devleti kurulurken doğudaki Bengal de (Doğu Pakistan) bu ülkeye bağlandı.
Güney Asya’da bağımsızlığını kazanan Hindistan ve Pakistan arasında sınır konusunda ciddi problemler ortaya çıktı. Sömürge devletlerinin bağımsızlıklarını verdikleri toplumların sosyal, etnik ve ülkenin coğrafî durumunu dikkate almadan tayin ettikleri yapay sınırlar dünyanın her yerinde büyük problemlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Belki de bu, yeni devletleri devamlı problem içinde bırakmak ve eski sömürgeci güce karşı ihtiyaç halinin devamlılığını temin etmek için yapılmış bilinçli bir hareketti. Pencap ve Bengal eyaletleri (Batı Pakistan ve Doğu Pakistan), nüfus yapılarının karışıklığı sebebiyle bölünmek zorunda kaldı. Karşılıklı göçler ve çatışmalar binlerce insanın hayatına mal oldu. Keşmir meselesi Hindistan ile Pakistan’ın çatışmasına sebep olurken Pakistan’dan ayrılmak isteyen Bengalliler’i Hindistan’ın desteklemesi kıtanın güneyinde ciddi istikrarsızlıklara yol açtı ve kanlı bir iç savaştan sonra Bengladeş kuruldu (26 Mart 1971).
II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan sömürgelerin bağımsızlığa kavuşmaları hareketi Hindistan’dan sonra kıtanın diğer ülkelerine de yayıldı. İngiltere’nin sömürgeleri olan Burma ve Seylan 1948’de bağımsızlıklarına kavuştular. Bağımsızlıkla birlikte iç karışıklıkların ve askerî darbelerin yaşandığı Burma’da 1974’te sosyalist halk cumhuriyeti kuruldu ve ülkenin adı Birmanya olarak değiştirildi. Seylan ise 1972’de Sri Lanka adını aldı. Eski İngiliz sömürgelerinde kurulmaya çalışılan Batı tipinde parlamenter demokrasiler yürümedi; Bengladeş, Pakistan ve Burma’da kısa zaman sonra askerî yönetimler kuruldu. Hindistan’da ise Kongre Partisi yönetimde bir tekel oluşturdu. Ekonomik bakımdan dünyanın en fakir bölgesi olan Güney Asya’da tabii âfetler ve onların sebep olduğu iktisadî çöküntüler de yönetimleri olumsuz yönde etkileyen başlıca faktörlerdir.
Asya’nın en karışık bölgelerinden olan Çinhindi ile Güneydoğu Asya’da sömürgelerin bağımsızlıklarını almaları daha geç oldu. Çinhindi’ne hâkim olan Fransa, yerlilere hiçbir hak tanımayan yönetimiyle uzun yıllar buradaki toplumları çok sıkı denetim altında tuttu. 1930’larda başlayan yerli halkın isyanları çok sert tedbirlerle bastırılırken 1939’da Ho Şi Minh’in Viet Minh’i oluşturmasına engel olunamadı ve çatışmalar giderek bölgeye yayıldı. II. Dünya Savaşı’nda Japonya tarafından işgal edilen bölge 1945’e kadar bu ülkenin işgalinde kaldı. Japonya çekilmeden önce Laos, Vietnam ve Kamboçya’ya bağımsızlık tanıdı. Savaştan sonra Fransız birlikleri Çinhindi’ne geri döndü ve bölge yeniden Fransa’nın eline geçti (1946). Laos ve Kamboçya Fransa’ya boyun eğerken Vietnam şiddetle karşı koydu. 1954’e kadar kanlı çatışmalar sürdü. Fransa’nın Milletlerarası Cenevre Konferansı’nda (1954) alınan karar gereğince bölgeden çekilmesi üzerine burada dört devlet kuruldu: Vietnam Demokratik Cumhuriyeti (1954), Güney Vietnam (1954), Laos (1954) ve Kamboçya (1955). Kuzey Vietnam’da komünist yönetim benimsenirken Güney Vietnam’da Amerika Birleşik Devletleri etkisi giderek arttı ve bir süre sonra iki Vietnam arasındaki ilişkiler savaşa dönüştü. Uzun yıllar süren savaş Amerika Birleşik Devletleri’nin desteğindeki Güney Vietnam’ın yenilmesi ile 29 Nisan 1975’te son buldu ve iki Vietnam birleşti.
XX. yüzyılın başlarında Asya’da en güçlü devlet haline gelen Japonya’nın kıtada uygulamaya başladığı genişleme politikası bu çağda, bir bakıma Uzakdoğu ve Güneydoğu Asya’ya damgasını vurmuştur. 1904 savaşında Rusya’yı yenilgiye uğratan Japonya Porthmouth Barış Antlaşması (1905) ile Kore üzerinde bazı haklar kazandı ve kısa bir süre sonra burasını ilhak ederek Japonya’nın bir eyaleti haline getirdi (1910). Öteden beri Mançurya üzerinde emelleri olan Japonya, Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomik kriz içinde bulunmasını fırsat bilerek 1931’de işgale yöneldi ve bir yıl içerisinde bölgeyi tamamen egemenliği altına aldı. Burada kukla bir Mançuko Devleti kuruldu (1933). Barışı korumakla görevli Milletler Cemiyeti Japonya’nın bu davranışı karşısında bir şey yapamadı. Mançurya’yı işgal ve ilhak ile yetinmeyen Japonya 1937’de iç karışıklıklardan faydalanarak Çin’i de işgale yöneldi ve sömürgelerini genişletmeye çalıştı. 1938’de Kuzey ve Orta Çin’in büyük bölümü, önemli liman şehirleriyle sanayi merkezleri Japonya’nın denetimine geçti. II. Dünya Savaşı’nda Uzakdoğu ve Güneydoğu Asya’yı hızla işgale başlayan Japonya 1942’ye kadar Burma, Filipinler, Malay, Hollanda Doğu Hint adaları ve Singapur’u ele geçirdiyse de müttefiklerin karşı koymaları üzerine savaş müttefiklerin lehine gelişti ve Japonya, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombaları atılması üzerine teslim olmak zorunda kaldı (1945). Japonya’nın yayılma macerası böylece kayıtsız şartsız teslimle sonuçlandı. 1941-1945 yılları arasında Japonya’nın işgali altında kalan Hollanda Doğu Hint adaları Endonezya adıyla 1949’da bağımsız bir devlet olurken Malay adaları ancak 1963 yılında bağımsızlığı elde ettiler. 1898 Paris Antlaşması ile Amerika Birleşik Devletleri’ne bırakılan Güneydoğu Asya’daki Filipinler, 1941-1944 yılları arasında Japon işgalinde kaldıktan sonra 1946’da bağımsızlığına kavuştu, fakat burada Amerika Birleşik Devletleri’nin etkisi sürdü. Bir İngiliz sömürgesi olan Singapur 1965’te, Bruney de 1984’te bağımsız oldular. Çinhindi’nde bulunan Siyam (Tayland) İngiliz-Fransız rekabetinden faydalanarak sömürge haline gelmedi ve tampon bir devlet olarak kaldı. I. Dünya Savaşı’ndan sonra burası da Japonya’nın etkisi altında kalmakla birlikte bağımsızlığını korudu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise Amerika Birleşik Devletleri nüfuzuna girdi ve bu durum devletin bölgeden ayrılmasına kadar devam etti (1975). 20 Temmuz 1948’de devletin adı Tayland olarak değiştirildi.
Avrupalılar tarafından sömürge haline getirilemeyen Çin’de XX. yüzyılın başlarında Mançu hânedanı yönetimi son buldu ve cumhuriyet kuruldu (1911). Bu ülkeye bağlı olan Tibet Avrupalılar’ın yardımı ile Çin’den ayrılmak istediyse de (1918) başarılı olamadı ve burada Çin’in baskısı iyice arttı. I. Dünya Savaşı yıllarında Avrupalılar’ın nüfuzu artmışken iki savaş arasında Japonya’nın nüfuzu ön plana geçti. II. Dünya Savaşı’nda Japonya’nın yenilmesi üzerine Çin işgalden kurtarıldı ve Mançurya da Çin’in eline geçti. Dış Moğolistan’ı da ele geçirmek arzusunu besleyen Çin buna muvaffak olamadı ve burada Sovyetler Birliği etkisinde bir yönetim kuruldu. Savaştan sonra kıtanın pek çok yerinde olduğu gibi Çin’de de başlayan iç karışıklıklar komünistlerin duruma hâkim olmaları ve Çin Halk Cumhuriyeti’ni kurmalarıyla (1949) sonuçlandı. İlk yıllarda Sovyetler Birliği ile iş birliğine giden Çin Halk Cumhuriyeti, kıtanın güney ve güneydoğusunda komünist hareketlerin ve halk ayaklanmalarının gelişmesinde etkili oldu. Çin Komünist Partisi başkanı Mao’nun fikirleri ve Çin’de gerçekleştirdiği kültür devrimi, üçüncü dünya ülkelerinin bazılarında taraftar bulmakla birlikte ölümünden sonra Çin’de bile tamamen unutuldu.
Bağımsızlıktan sonra genç ülkelerde istikrarlı yönetimler kurulamadı. Sömürge döneminden kalan dinî, ırkî, mahallî ve etnik problemlerin yanı sıra sınır ve toprak meseleleri yüzünden sık sık devletler arasında çatışmalar ortaya çıktı. Filipinler’de hıristiyanlarla müslümanlar, Tayland’da Taylar’la müslümanlar, Hindistan’da Hindular’la müslümanlar arasındaki mücadeleler zaman zaman kanlı hale dönüşmektedir. Ülkelerde sosyal şartlara uygun siyasî rejimlerin kurulamaması ile milletlerarası çekişmeler, istikrarsızlığın temel sebepleri olarak dikkat çekmektedir.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra teşekkül eden iki kutuplu milletlerarası sistemin belli başlı çatışma alanları, Doğu Avrupa’nın yanında Asya’da Ortadoğu ve Güneydoğu Asya bölgeleri oldu. Sovyetler Birliği Doğu Avrupa’da oldubittilerle güçlenip yayılırken Ortadoğu ve Güney Asya’ya yayılmasını önlemek için Amerika Birleşik Devletleri ellili yılların başında “çevreleme” politikasını yürürlüğe koydu. Uzakdoğu’da Japon yayılmasının yeniden ortaya çıkmaması için 1951’de Avustralya, Yeni Zelanda ve Amerika Birleşik Devletleri arasında ANZUS paktı kurulurken Güney Asya’da komünist yayılmanın önüne geçmek için de Güneydoğu Asya Antlaşma Teşkilâtı (South East Asia Treaty Organisation, SEATO) kuruldu (8 Eylül 1954). Bu pakta Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa, Yeni Zelanda, Filipinler, Tayland ve Pakistan katıldılar. Ancak teşkilât uzun ömürlü olmadı ve 24 Eylül 1975’te dağıtıldı. 1967 yılında ise Malezya, Tayland ve Filipinler’in katılmasıyla Güneydoğu Asya Milletleri Birliği (Associations South-East Asia Nations, ASEAN) kuruldu. Diğer taraftan Ortadoğu’da Türkiye, Pakistan, İran, Irak ve İngiltere’nin iştirakiyle Bağdat Paktı (1955) doğdu, fakat bu teşkilât Irak’ın kanlı bir darbeden sonra ayrılması (1958) üzerine Merkezî Antlaşma Teşkilâtı (CENTO) adını aldı ve merkezini Ankara’ya taşıdı. Bu milletlerarası teşkilâtlanmalar soğuk savaş döneminin ortaya koyduğu bir durumdu ve kıtayı doğu-batı çatışmasının meydanı haline getiriyordu.
BİBLİYOGRAFYA
N. B. Allen, Asia, Boston 1916.
R. Furon, La Perse, Paris 1938, s. 146-173.
L. Ligeti, Bilinmeyen İç Asya (trc. Sadrettin Karatay), Ankara 1946, s. 143-194.
Bayur, Hindistan Tarihi, II, 180-187; III, 73-93, 303-357, 399-404.
World Muslim Gazetteer, Karachi 1964, s. 9-23, 37-42, 123-130, 146-152, 169-171, 190-192, 200-202, 214-215, 239-249, 323-329, 346-349, 412-413, 513-514, 521-527, 537-553.
R. Grousset, Histoire de l’Asie, Paris 1966, s. 115-124.
The History of South-East, South and East Asia: Essays and Documents (ed. Khoo Kay Kim), Kuala Lumpur 1977, s. 3-21, 128-135, 186-204, 222-259, 263-302, 330-384.
Area Handbook for the Persian Gulf States, Washington 1977, s. 21-40.
G. Barraclough, Times Dünya Tarihi Atlası (trc. Zeki Okar), İstanbul 1980, s. 146-147, 154-155, 158-159, 176-177, 245-248, 260-263.
L. Dupree, Afghanistan, New Jersey 1980, s. 343-659.
Mehmet Saray, Dünden Bugüne Afganistan, İstanbul 1981, s. 43-136.
a.mlf., “Rusya’nın Asya’da Yayılması”, TED, sy. 10-11 (1979-80), s. 278-302.
G. Morgan, Anglo-Russian Rivalry in Central Asia 1810-1895, London 1981.
M. C. Ricklefs, A History of Modern Indonesia, London 1981, s. 20-28, 105-154, 187-221.
D. G. E. Hall, A History of South-East Asia, Hong Kong 1981, s. 263 vd.
S. Wolpert, A New History of India, New York 1982, s. 135-350.
B. W. Andaya – L. Y. Andaya, A History of Malaysia, Hong Kong 1982, s. 55-62, 99-102, 157-280.
J. O. Voll, Islam: Continuity and Change in the Modern World, Boulder 1982, s. 87-147.
La péninsule arabique d’aujourd’hui (ed. P. Bonnenfant), Paris 1982, II, 214-260, 275-281, 418-424, 565-566.
Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi: 1914-1980, Ankara 1983, s. 87-96, 125-126, 197-212, 231-236, 269-276, 453-462, 483-516, 657-692.
J. G. Tewari, Muslims under the Czars and the Soviets, Lucknow 1984.
T. Swietochowski, Russian Azerbaijan 1905-1920, Cambridge 1985, s. 1-36.
Abida Samiuddin, Administrative Development in the Arab World, New Delhi 1985, s. 3-40.
G. Bondarevsky, Muslim and the West, New Delhi 1985, s. 19-85.
Fouad al-Farsy, Saudi Arabia, London 1986, s. 37-42.
W. Eberhard, Uzak Doğu Tarihi, Ankara 1986, s. 192-342.
a.mlf., Çin Tarihi, Ankara 1987, s. 315-361.
Abdülemîr M. Emîn, Dirâsât fi’n-neşâṭi’t-ticârî ve’s-siyâsiyyi’l-Ûrubbî fî Âsyâ: 1600-1800, Amman 1987.
A. D. Spinirasamurthy, History of Indian’s Freedom Movement (1857-1947), New Delhi 1987.
Akdes Nimet Kurat, Rusya Tarihi, Ankara 1987, s. 299-300, 323-332, 346-353, 369-371, 406-410.
a.mlf., “Çarlık Rusyası ve Orta Asya Müslümanları” (trc. Kemal Kahraman), İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti, İstanbul 1989, II, 47-66.
R. N. Mehra, Aden and Yemen, New Delhi 1988, s. 9-95.
Aparna Mukherjee, British Colonial Policy in Burma, an Aspect of Colonialism in South-East Asia 1840-1885, New Delhi 1988.
İbrahim Abu-Lughod, “The Great Powers and the Middle East”, Handbook to the Modern World, Middle East (ed. Michael Adams), New York 1988, s. 625-639.
A. Toynbee, “An Historical Outline to 1970”, a.e., s. 111-230.
Oral Sander, Siyasi Tarih: Birinci Dünya Savaşının Sonundan 1980’e Kadar, Ankara 1989, s. 15-16, 44-62, 178-180, 217-248.
D. Rustow, “Batı’nın Siyasî Tarihi” (trc. Hürrem Yılmaz), İslâm Tarihi Kültür ve Medeniyeti, İstanbul 1989, II, 211-233.
Z. N. Zeine, “Arap Toprakları” (trc. Kemal Kahraman), a.e., II, 111-137.
R. M. Savory, “Modern İran” (trc. Kemal Kahraman), a.e., II, 139-168.
S. A. A. Rizvi, “Geleneksel Toplumunun Çözülüşü” (trc. Salih Şimşek), a.e., II, 335-386.
G. R. Storry, “Some Reflections on Sapan’s Critical Century: 1867-1967”, As.Af., IV/11 (1968), s. 158-166.
EAm., II, 500-510.
Encyclopédia Générale Larousse, Paris 1967, I, 472-473.
EBr., II, 602-603.
EUn., IV, 707-711.
https://islamansiklopedisi.org.tr/asya#7-kitada-islamiyet
III. KITADA İSLÂMİYET
Asya İslâm dininin doğduğu ve en fazla müslümanın yaşadığı kıtadır. Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicret etmesi (622) İslâmiyet’in bu kıtada ilk yayılış hareketini oluşturmuş ve bu andan itibaren İslâm hızlı bir şekilde Arap yarımadası topraklarına hâkim olmaya başlamıştır. Hz. Muhammed Medine’de bütün kurumlarını İslâmiyet’e göre düzenlediği bir devlet kurdu ve hicretin 7. yılında bu dinin yayılması yönünde devrin büyük devletlerine elçiler göndererek onları İslâm’a davet etti. Asya’da İslâm’ın yayılışında ilk dönem, doğuşundan Emevî Devleti’nin çöküşüne kadar sürdü (610-750). İkinci dönem ise Abbâsî Devleti dönemidir (750-1258). Abbâsîler’in yıkılmasından sonra da yeni müslüman olan milletlerin kurdukları devletler, İslâm davetçileri ve tüccarlar İslâmiyet’i yaymaya devam ettiler.
1. Güneybatı Asya. Bugün daha çok Ortadoğu diye bilinen bu bölgenin İslâm’la ilk teması Hz. Muhammed’le başladı. Dört halife döneminde (632-661) gelişen fetihlerle bölge tamamen İslâm hâkimiyetine girdi. Bu hâkimiyet zamanla bölgede kurulan İslâm devletleriyle güçlenirken İslâmiyet bölge halkının hemen tamamının benimsediği tek din oldu.
a) Suriye ve Filistin. Hz. Peygamber’in Kuzey Hicaz ve Suriye sınırlarına doğru yolladığı seriyyelerle Bizans kuvvetleri arasında birkaç çatışma meydana geldi. Bunlardan 629’da Mûte’de vuku bulan ilk çatışma ile 630’daki Tebük Seferi daha çok bir keşif ve geçiş hareketi niteliği taşıyordu. Hz. Muhammed’in vefatından sonra Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti sırasında Suriye’nin fethedilmesi için seferlere başlandı. Bizans’ın hâkimiyetindeki bu ülkeye karşı gönderilen ordular Vâdilarabe, Desen, Ecnâdeyn’de (634) kazandıkları zaferlerle Bizanslılar’ın nüfuzunu kırdılar ve Filistin ile Suriye’nin birçok bölgesini ele geçirdiler. Bu fetihlerde, Bizans-Sâsânî çekişmesinde galip çıkan Bizans’ın mezhep ayrılıkları sebebiyle Suriye halkı üzerine uyguladığı zulüm ve baskı politikasının da büyük etkisi oldu. Ayrıca İslâm öncesinden beri Arap yarımadası ile devam eden ticarî ilişkiler de İslâm’ın Suriye bölgesine girmesini oldukça kolaylaştırdı. İslâm’ın bölgede genişlemeye başlayan bu hâkimiyeti Fihl bölgesinde kazanılan savaşla güçlendi (635). Aynı yıl Hâlid b. Velîd kumandasındaki müslümanlar Dımaşk (Şam) şehrini kuşatıp teslim aldılar. Bu şehrin fethedilmesini sırasıyla Ba‘lebek, Humus ve Hama gibi bölgenin önemli merkezlerinin fethi takip etti. Bu fetihler Bizanslılar’ı hicri 15. yılda Yermük’te müslümanlarla tekrar karşı karşıya getirdi ve büyük bir yenilgiye uğrayan Bizanslılar bundan böyle Suriye bölgesini müslümanlara bırakmak zorunda kaldılar. Toros dağlarının eteklerine kadar hiçbir engelle karşılaşmayan İslâm orduları Antakya ve Halep gibi şehirleri fethederek Bizans sınırına yerleştiler. Toros dağları bu sınırı aşmalarının önünde tabii bir engeldi. Böylece güneyde Kudüs (638) ve Kayseriye’nin de (640) fethedilmesiyle 633-640 yılları arasında kuzeyden güneye Suriye’nin tamamı İslâm hâkimiyetine girmiş oldu.
b) Anadolu. Suriye’nin fethinden sonra Anadolu’ya birçok sefer yapıldı; ancak bunların hiçbiri fetih harekâtına dönüşmedi. Toros dağları engeline rağmen müslümanlar her istediklerinde Anadolu’ya girmişlerse de Bizans’ın güçlü otoritesi buranın tamamen fethine engel olmuştur. Emevî Hânedanlığı sırasında müslümanlar Toroslar’dan Kilikya’ya ve Yukarı Fırat’tan Malatya’ya kadar olan sınır bölgelerinde birçok kale inşa etmelerine rağmen Anadolu’ya yerleşmediler. Sadece buraya sefer yapmakla yetindiler ve daha çok Bizans’ın başşehri olan İstanbul’a yöneldiler. Bu seferlerin ilkini 668-669’da, ikincisini 674-680’de, üçüncüsünü 716-717 yıllarında gerçekleştirdilerse de İstanbul’u fethedemediler. Abbâsîler döneminde ise İslâm orduları İstanbul’a girememişler, ancak Boğaziçi sahillerinde at oynatmışlardır. Bu dönemde Anadolu’nun sınır bölgelerinde Avâsım ve Sugūr adıyla teşkil edilen iki müstakil idarî bölgedeki kaleler yarım asır daha sınırdan taarruz imkânı sağlamaya devam etti. 867-1081 yılları arasında Bizanslılar’ın sınırlarını doğuya doğru genişletme mücadelesinde Avâsım ve Sugūr bölgelerindeki birçok yer tahrip edildi. Anadolu’nun gerçek İslâmlaşması, Selçuklular’ın 1071’de Bizans kuvvetlerine karşı kazandıkları Malazgirt zaferiyle başladı. Anadolu’ya hâkim olan Selçuklu sultanları buraya yoğun şekilde Türkmen grupları sevk ve iskân ederek İslâm’ın yerleşmesini sağladılar.
Müslümanların Suriye’nin fethinden sonra yöneldikleri bir bölge de Akdeniz’di. Akdeniz’e deniz seferleri düzenleyerek burada bulunan adaları İslâm hâkimiyetine almaya çalıştılar. Bu yönde ilk hareket, Muâviye’nin 649’da Kıbrıs’a bir donanma gönderip ada halkını cizyeye bağlamasıyla başladı. Daha sonra ada halkının cizye anlaşmasını bozması, Muâviye’yi Kıbrıs’ı tekrar kontrol altına alıp birçok müslümanı adaya yerleştirmeye sevketti (654). Bunun yanında Bizans’la deniz savaşları devam etti ve Girit (674) ile Rodos (672-673) fethedilerek müslümanların Akdeniz’deki hâkimiyeti genişletildi; ancak bu adalar bir süre sonra elden çıktı.
c) İran ve Irak. İslâmiyet Suriye ve Filistin bölgelerinde yayılırken doğuya doğru da genişliyor ve Bizans gibi Sâsânî İmparatorluğu da İslâm’ın bu genişlemesi önünde bir set oluşturuyordu. Sâsânî kralları İslâm’ın yayılışına güçlü ordularıyla karşı çıktılar. Onlara karşı ilk fetih hareketleri, Bahreyn’deki Bekr kabilesinden Müsennâ b. Hârise eş-Şeybânî kumandasındaki müslümanlar tarafından başlatıldı. Ancak sınırlı kalan bu hareketlerin daha etkili olması için Müsennâ halifeden yardım istedi. Hz. Ebû Bekir’in Hâlid b. Velîd kumandasında bir orduyu yardıma göndermesinden sonra Hîre ve Hârizm zaferleri müslümanlara el-Cezîre (Mezopotamya) kapılarını açtı. Müslümanların 634’teki “Köprü Savaşı”nda Sâsânî ordusu karşısında yenilmeleri bu ilerlemeyi engelleyemedi; Fırat’ı geçtikten sonra Kādisiye’de bir kere daha Sâsânîler’i mağlûp ederek bölgeye tamamen yerleştiler. Burada biri Şattülarap üzerinde Basra, diğeri eski Babilonya’nın güneyinde Kûfe olmak üzere iki büyük üs kurdular ve bu üsler yoluyla buradan ötede bulunan Medâin (Ktesifon) şehrini aldılar (637). Ayrıca aynı yıl içinde Sâsânîler’i önce Celûlâ’da, ardından Nihâvend’de bozguna uğratarak bölgedeki nüfuzlarını tamamen kırdılar. Batı İran’a hâkim olan müslümanlar burayı Irak olarak adlandırdılar ve fetihlerini 641 yılında Musul’a kadar ilerlettiler. İran’a yapılan seferler Bahreyn’den deniz yoluyla da devam etti. Bu yolla İstahr’ın ardından bölgenin bütün şehirleri müslümanların hâkimiyetine geçti (649-650). Yine aynı yolla Belûcistan’ın sahil bölgesine ulaşıldı (643). İslâm orduları Abdullah b. Amr kumandasında Fars eyaleti ile Horasan’ı fethettiler (649-651). Kuzeyde ise İslâm hâkimiyeti Mugīre b. Şu‘be tarafından Azerbaycan’a kadar götürüldü. 651 yılına gelindiğinde bütün İran İslâm hâkimiyetine girmişti.
2. Orta Asya. İslâm’ın Orta Asya’ya yayılması Emevî ve Abbâsî devletleri döneminde meydana geldi. Bu sırada Türkler’in Müslümanlığı kabul etmesi İslâm’ın bölgedeki yayılışını hızlandırdı. Türkler’in ardından birçok Orta Asya kavmi müslüman oldu ve İslâm bölgede güçlendi; uzun süre İslâm’ın hâkimiyetinde kalan bölge bir ilim ve kültür merkezi oldu. Daha sonra Rusya ve Çin’in topraklarını genişletmeleri sırasında müslümanların hâkim olduğu bölgeler bu devletlerin idaresine geçince müslümanlar büyük azınlık durumuna düştüler.
a) Mâverâünnehir. Muâviye zamanında İslâmî fetihler Asya’da Horasan, Mâverâünnehir ve Sîstan’a doğru gerçekleşti (661). Kûfe Valisi Ubeydullah b. Ziyâd Ceyhun nehrine kadar olan yerleri ele geçirdi (675) ve bu dönemde Mâverâünnehir bölgesinin müslümanlaştırılması için Sîstan ve Horasan’a 50.000 müslüman yerleştirildi. Mühelleb b. Ebû Sufre, Kuteybe b. Müslim ve Muhammed b. Kāsım kumandasındaki müslümanlar bu bölgelerin fethinde büyük rol oynadılar. Mühelleb, İslâm hâkimiyetini Horasan bölgesinde Mâverâünnehir’in ilerisine kadar götürdü (697). Haccâc’ın Horasan valiliğine tayin ettiği Kuteybe b. Müslim de ilk merhalede Tohâristan’ı alarak orada İslâm dinini yaymaya çalıştı (705). Kuteybe daha sonra Buhara’ya doğru yürüyerek bölgenin fethini gerçekleştirdi (706-708). Bu fetihleri Semerkant ve Hârizm (710-712) ile Fergana ve Dağıstan’ın (713-714) fetihleri takip etti. Kuteybe bir taraftan da fethettiği bu yerlerde İslâm’ın yerleşmesi için büyük gayret sarfetti. Hatta Buhara’da ilk camiyi yaptırırken bölge halkının eski dinî inançlarından kaynaklanabilecek taşkınlıkları önlemek için inşaata bizzat kendisi nezaret etti (714). 715’te İslâm hâkimiyetini Doğu Türkistan’daki Kâşgar şehrine kadar götürdü. Bu yer, ilk dönem İslâm fetihlerinin Orta Asya’da vardığı en son nokta oldu.
737’de Azerbaycan Valisi Mervân b. Muhammed Hazar’ın başşehri İdil’i kuşatarak Hazar Türkleri’ni barışa zorladı. Yezîd zamanında ise Sâlih b. Ziyâd kumandasındaki İslâm orduları Buhara ve Semerkant’ın fethine giriştiler. 751 yılında Şâş şehri fethedildi. Yezîd’in ölümünden sonra Mâverâünnehir bölgesine yapılan fetihler bir müddet durdu.
Mâverâünnehir’de Türk-Arap kuvvetlerinin oluşturdukları ortak bir ordu Talas’ta Çin ordusuyla karşı karşıya geldi (751). Çinliler’in yenilgisiyle sonuçlanan bu savaş, savaştan sonra Türkler’in büyük gruplar halinde ve kendi arzularıyla müslüman olmaya başlamalarından dolayı Türk tarihinde bir dönüm noktası teşkil eder. Ayrıca Talas Savaşı bölgede Çin nüfuzunun uzun süre ortadan kalkmasına da sebep olmuştur. Böylece Orta Asya’da İslâm hâkimiyet ve üstünlüğü tesis edilmiş oldu. İslâm coğrafyacılarından İbn Rüste (ö. 300/913) Hazarlar’ı anlatırken onların büyük şehirler yanında pek çok küçük şehre de sahip olduklarından, her şehirde mescidleri ve her mescidde, imam, müezzin ve diğer görevlileri bulunduğundan bahsetmektedir. Mes‘ûdî de (ö. 345/956) Hazar ülkesinde müslümanların hâkim sınıf olduğunu, bu durumun hükümdarın müslüman olmasından kaynaklandığını nakletmektedir. Bütün bunlar X. yüzyılda bölgedeki İslâm hâkimiyetinin güçlü olduğunu göstermektedir. Abbâsîler zamanında Orta Asya’da İslâm açısından meydana gelen en önemli olay Türkler’in müslüman olmaya başlamasıdır. Türkler müslüman olmaya başladıktan kısa bir süre sonra Abbâsî Devleti’nde özellikle askerî mevkilerde göreve getirildiler. Türkler’in İslâmiyet’i kabul etmesiyle birlikte Orta Asya’daki diğer milletler de hızla müslümanlaştı. Bu durum zamanla bölgeye kültürel ve ilmî bir canlılık getirdi; özellikle Semerkant çevresi bir ilim ve kültür merkezi halini aldı.
Bölgede Abbâsîler’e bağlı ilk müstakil İslâm devleti, halife Me’mûn’un kumandanlarından Tâhir b. Hüseyin tarafından Horasan ve Mâverâünnehir’de kurulan Tâhirîler’dir (820-873). Halifeye askerî ve maddî yardımda bulunan Tâhirîler’in Abbâsîler’in bölgedeki nüfuzunu sağlamada büyük payları oldu. Bu devir Mâverâünnehir ve Horasan’ın ilim ve kültür bakımından gelişmeye başladığı devirdir. Tâhirîler zamanında Mâverâünnehir bölgesinde kurulan ve kısa bir süre onlara bağlı kaldıktan sonra 874’te bağımsızlığını ilân eden Sâmânî Devleti döneminde de bölge İslâm kültür ve medeniyetinin merkezi olmaya devam etti. X. asırda Buhara, Mâverâünnehir, Semerkant, Fergana, Şâş şehirlerindeki medreseler İslâm’ın yayılıp güçlenmesinde önemli rol üstlendiler. İslâmiyet doğuda Batı Türkistan ve Çin’e, kuzeyde ise Volga nehrine ve Kazan’a kadar yayıldı.
Bölgede İslâm medeniyetinin gelişmesi daha sonra Gazneliler devrinde de devam etti ve böylece Asya’nın bu kesimi tamamen İslâm hâkimiyetine girmiş oldu. XIII. yüzyılda yoğun kültürel ve ilmî çalışmalar Moğol istilâsıyla kesintiye uğradı ise de Timurlular zamanında Semerkant eski durumuyla yeniden canlandı. Ancak XVI. yüzyıldan itibaren müslümanların gücü azalmaya başladı. Ruslar Kazan’ı ele geçirdikten (1552) sonra sırasıyla Kırım (1783), Kırgızistan (XVIII. yüzyıl sonu), Kafkasya (XIX. yüzyıl) ve Mâverâünnehir bölgelerini işgal ederek misyonerlik faaliyetlerini başlattılar. Hükümet hıristiyan olacaklara birçok mükâfat ve maddî avantajlar vaad etti. XX. yüzyılın başlarında Orta Asya’da müslümanlar bu işgalden sonra büyük çapta karşı koyma hareketlerine giriştiler. Ancak yeni Sovyet rejimi bunları güç kullanarak bastırdı (1917-1921). Buhara, Kırım ve Başkırt’ta Sovyetler’in çeşitli uygulamalarına karşı çıkan binlerce müslüman öldürüldü. Ayrıca Sovyet Rusya Orta Asya’da müslümanlara karşı bir kültürel savaş başlattı. Dinlerini yok etmek için çeşitli kararları uygulama alanına koydu. Camilerin çoğunu kapattı. Sadece belli merkezlerdekiler devlet kontrolünde ve dış ülkelere karşı politik amaçla açık tutuldu. Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgelere Ruslar yerleştirilerek oralarda İslâm’ın etkisi azaltılmaya çalışıldı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet Rusya müslümanların çoğunlukta olduğu cumhuriyetleri kapsayan dört dinî kurul meydana getirdi. Bu kurulların denetiminde halkın bazı ibadetleri yapmasına izin verildi.
b) Tibet. Tibet’in İslâm’la ilk teması, bugün Sinkiang adıyla anılan Doğu Türkistan yoluyla gerçekleşti. Bunun yanında ülkenin batısında bulunan Keşmir’in de İslâm’ın bölgeye ulaşmasında büyük payı oldu. Çin’in eski tarihinin T’ang hânedanına (618-907) ait kaynakları Araplar’ın Tibetliler’le iyi ilişkiler içinde olduğunu yazmaktadır. Bu da Tibet halkının İslâm’la temasının daha ilk zamanlarda başladığını gösterir. Ömer b. Abdülazîz’in hilâfeti sırasında (682-720) Horasan Valisi Cerrâh b. Abdullah’a Tibet’ten bir heyet gelerek kendilerine din âlimi göndermesini istemiş ve onun Selit b. Abdullah el-Hanefî’yi yollaması üzerine de İslâm’ın burada yayılması hız kazanmıştır. Yine Çin kaynakları Abbâsî Halifesi Mehdî (775-784) ile Tibet kralının karşılıklı irtibat kurduklarını nakleder. Abbâsî Halifesi Me’mûn döneminde ise (813-833) Tibet krallarından birinin müslüman olduğu rivayet edilir. Bütün bu hareketlerin geliş yönü Orta Asya’dır.
Tibet’e yapılan ilk müslüman askerî seferi, XII. yüzyılın sonlarında Bengal yöneticilerinden Muhammed Bahtiyâr Halacî tarafından gerçekleştirildi. XIII. yüzyılda Orta Asya ve Hindistan İslâm hâkimiyetine girdiği zaman müslümanlar Tibet’e birçok defa sefer düzenlediler. İslâm’ın Tibetliler’e ulaştırılmasında en etkin rol oynayan merkez ise İslâm hâkimiyetine girdikten sonra Keşmir olmuştur. Keşmir’i elinde bulunduran Haydar Mirza 1548 yılında Tibet’e seferler düzenledi. XVI. yüzyılın sonlarında İslâm Tibet’te oldukça etkili siyasî bir güç haline geldi. İslâm’ın Tibet’te yayılması sadece askerî seferlerle sınırlı kalmadı. Keşmir, Horasan ve Orta Asya’dan birçok müslüman davetçi Tibet’e gelerek İslâm’ı yaymaya çalıştı. İslâm’ın Tibet’te etkisi, İngilizler’in Hindistan’ı işgal edip bu etkiyi azaltmaya çalıştıkları XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar sürdü. İngiliz hâkimiyeti Tibet’teki putperest dinleri cesaretlendirerek ülke çapında etkili olmalarını sağladı. XX. yüzyılda Çin’in komünist iktidarı Tibet’i istilâ edip kendi yönetimine bağladı. Müslümanlar bu duruma karşı uzun süre direnmelerine rağmen etkisiz hale getirildiler. Bugün Tibet’in başşehri Lhasa’da üç, Shigatse’de iki, Tsetany’de bir cami vardır.
Orta Asya, İslâmiyet’in bölgeye girdiği andan itibaren sadece çoğunluğu müslüman bir yer olmakla kalmadı, aynı zamanda İslâm’ın Hindistan ve Avrupa’ya yayılmasında önemli bir merkez olmak görevini üstlendi.
3. Güney Asya. İslâmiyet Güney Asya’ya başlıca iki hareketle yayıldı. Bunların birincisi 711’de başlayarak güneybatıdaki İndus deltası yoluyla bugünkü Irak’tan gelen, ikincisi ise yaklaşık 1000 yıllarında kuzeybatıdaki Hayber Geçidi yoluyla Orta Asya üzerinden gelen harekettir.
a) Hint Yarımadası. İslâm’dan önce Arap tüccarlar Hint yarımadasına gelip gittiklerinden Hint sahilleri onlar için ticarî alan durumunda idi ve limanlar Uzakdoğu ile ilişkiyi sağlayan birer transit merkezi olmuşlardı. İslâm’dan sonra da bu ilişkiler kesilmedi. Müslüman olan Arap tüccarlar gittikleri yerlere İslâm mesajını da götürdüler. Bu ilk şahsî gayretler Hint halkı üzerinde etkili olmaya başladı. Farsça bir coğrafya eseri olan Ḥudûdü’l-ʿâlem’de (982), Gazneli Mahmud’un (998-1030) Kuzey Hindistan seferlerine başlamadan önce bu bölgedeki bazı şehirlerde muhtemelen tüccar olan müslümanların varlığından bahsedilmektedir. Özellikle Hinduizm’in inançlarından kaynaklanan ayırımda kast sisteminin alt tabakalarında kalan insanlar, İslâmiyet’i üst tabakaların zulüm ve baskısına karşı bir kurtuluş sistemi olarak gördüler. İslâmiyet de onları bulundukları kast içindeki yoksulluk ve baskıdan kurtardı.
Hindistan’a İslâm’ı yayma fikri Hz. Ömer zamanına kadar uzanır. Hz. Osman zamanında ise bu ülkeye keşif amacıyla seferler düzenlendi. Bu seferlerin ilki Tane adasına ve Deybül’e yapıldı (15/636). Hz. Ali’nin halifeliği sırasında Rilmand vadisi ele geçirilerek (38/658) Hint kıtasının iç kesiminde bulunan Kikan’a kadar gidildi. Muâviye’nin kumandanlarından Mühelleb b. Ebû Sufre, Kâbil ve Mültan arasındaki Benne ve Ehver’i (Lahor) fethetti. Yine Muâviye zamanında Sinân b. Seleme Mukran’ı alarak şehri yeniden imar etti. Haccâc ise Irak valiliği sırasında akrabası Muhammed Kāsım’ı fetihlerde bulunması için Sind bölgesine yolladı. O da bir Budist merkezi olan Deybül’ü denizden sefer düzenleyerek fethedip (710) buraya müslümanları yerleştirdi ve Hindistan’daki ilk camiyi yaptırdı. Muhammed b. Kāsım’ın yaptığı fetihler bütün Sind bölgesini içine alacak kadar genişlerken Hindistan’ın kapıları İslâmiyet’e açılmış oluyordu. Bundan sonra İslâm’ın Hint yarımadasında yayılması Gazneliler Devleti ile devam etti.
Gazneli Mahmud’un Hindistan’a yaptığı pek çok sefer İslâm’ı bölgeye yayma amacını taşıyordu. İlk hareketini Hindistan’ın kuzey kısmında başlattı (390/1000); bu sefer sırasında Hint Racası Caybala’yı yendiği gibi Veyhun’u da ele geçirdi. Daha sonra Hindistan’ın kuzeybatısında bulunan Budist merkezi Mültan’ı hâkimiyeti altına aldı (1004). Tekrar kuvvet toplayan Caybala’nın oğlu Anadabala’ya karşı büyük bir zafer kazandı ve Pencap’ın tamamını ele geçirdi (1004-1005). Bundan sonra Mâverâünnehir’e doğru yürüyerek Kâşgar şehrini fethetti. Hint racaları Gazneli Mahmud’un bu seferini fırsat bilerek birleştiler. Durumdan haberdar olan Mahmud bu birliği dağıtarak Meddin’e doğru yürüdü ve Hindu mâbedini yıktırdı (1013). Daha sonra Keşmir bölgesine girerek Lahor’u devletin merkezi yaptı. Gazneli Mahmud’un Gucerât’ı fethetmesi, onun Hint seferlerinde vardığı en son nokta oldu. 1030 yılında öldüğünde devletin sınırları, İran’ın büyük bir kısmını içine alacak kadar batıya, Hindistan’ın kuzey kesimini kaplayacak kadar da doğuya uzanmıştı. Bütün bu seferlerde Budizm’e karşı takip ettiği İslâmî mücadelelerden dolayı Gazneli Mahmud “Put Kıran” lakabıyla anıldı.
Gur Devleti (XII-XIII. yüzyıllar) zamanında Hindistan’da İslâmiyet’in yayılması devam etti. Gazneli Devleti’nin yıkılışından sonra baş kaldıran racalar Mültan’ı ele geçirmişlerdi. Muhammed Gūrî burayı geri aldı (1174). Daha sonra başa geçen Gur hükümdarları İslâm’ı Bengal, Delhi ve Bihâr’a kadar götürdüler (1200). Hindistan’ın İslâm dünyasında önemli bir yer tutması, XIII. yüzyılda kurulan Delhi Sultanlığı ile gerçekleşti. Güneyde kurulan Behmenîler’in etkisiyle de İslâm bölgede daha fazla kökleşti. Delhi Sultanı Muhammed b. Tuğluk’un emriyle bölgeye yollanan Alâeddin Hasan Behmenşah, Behmenîler Devleti’ni (1347-1527) kurduktan sonra sınırlarını batıda Goa Limanı’na kadar ulaştırdı. Bu dönemde özellikle Sultan Muhammed Şah Hindular’a karşı mücadeleye devam etti. Bölge İslâm ilim ve kültürü açısından oldukça gelişti. Bu sultanlıktan sonra Hindistan’da çeşitli küçük İslâm devletleri ortaya çıktı. Bunlar zamanında pek çok şehirde İslâmiyet’in yerleşmesi için çalışmalar sürdürülürken ilim ve sanat alanında da çok sayıda eser verildi. XIII-XVI. yüzyıllarda, merkezî yönetim Delhi’de olmak üzere birçok küçük devlet kuruldu. Yine bu dönemlerde ülke 1223-1305’e kadar Moğol saldırılarına mâruz kaldı. Timur bu ülkeyi işgal altında bulundurduğu süre zarfında İslâm’ın doğu ve güneye doğru yayılması durmadı. Daha sonraki yüzyıllarda burada kurulan müslüman Türk devletleri de Hindistan’ı hâkimiyetleri altında tuttular.
Delhi Sultanlığı, Türk-Hint İmparatoru Hümâyûn’un Delhi’yi ele geçirmesine (1555) kadar yaklaşık 300 yıl sürdü. Bu süre içinde Hindistan’ın diğer yerlerinde başka İslâm devletleri de kuruldu. Bengal’de (1336-1576), Keşmir’de (1335-1538), Gucerât’ta (1391-1583), Kanpûr’da (1394-1497), Mâlvâ’da (1401-1531) ve Dekken’de (1347-1512) kurulan İslâm devletleri müslümanların ülkedeki nüfuzunu güçlendirirken İslâmî ilim ve kültürün zenginleşmesine katkıda bulundular.
Timur sülâlesinden Bâbür Şah 1523’te Hindistan’a girerek Pânîpet zaferiyle (1526) Türk-Hint İmparatorluğu’nu kurdu. Ekber Şah (1556-1605), Şah Cihan (1637-1656) ve Evrengzîb (Âlemgîr, 1656-1707) zamanında daha da güçlenen Türk-Hint İmparatorluğu, Hindistan’ın kuzey kesiminin çoğunu İngilizler’in bölgeyi sömürgeleştirmesine kadar hâkimiyetinde tuttu. Evrengzîb’in ölümünden sonra devlet ayaklanma ve iç karışıklıklarla gücünü kaybetmeye başladı. 1805’te İngiliz himayesi kabul edildi. Zamanla meydana gelen iç çatışmalar ve ayaklanmalar ülkeyi İngiltere’ye bağlı bir devlet haline getirdi (1858).
İngiltere’nin Hint yarımadasına hâkim olmasında başlıca güç kaynağını, görünüşte ticarî bir kuruluş olan Doğu Hindistan Şirketi (East-India Company) teşkil etmiştir. İngilizler’in ülkedeki hâkimiyetleri müslümanların etkilerinin azalmasına sebep oldu. Sömürge yönetimine karşı baş kaldıran müslümanlar büyük bir baskıya mâruz kaldılar. Bu yüzden ayrı bir siyasî teşkilât altında birleşme ihtiyacını duyarak 1906’da Muslim League’i (Müslüman Birliği) kurdular. Muhammed Ali Cinnah liderliğindeki bu teşkilâtın çalışmaları sonucu 1947’de Hindistan bölünerek müslümanların çoğunlukta bulunduğu topraklarda Pakistan devleti kuruldu. Hindistan sınırları içinde kalan müslümanlar da Hindular’dan gelecek herhangi bir saldırıya karşı ortak hareket ederek mücadelelerini sürdürdüler. Bugün dahi zaman zaman Hindu saldırılarına mâruz kalan müslümanlar kültürel birlikleri sayesinde bu duruma karşı kendi kişilik ve dinlerini koruyabilmektedirler.
Bugün Hindistan’da müslümanlar arasında, merkezleri Delhi’de bulunan Cemâat-i İslâmî ve Cemâat-i Teblîğ adlı iki teşkilât etkili olmaktadır. Cemâat-i İslâmî müslümanların karşılaştığı bütün problemlerle ilgilenir. Cemâat-i Teblîğ ise daha çok müslümanların mânevî yönden gelişmesini sağlayacak eğitim çalışmaları içerisindedir. İslâmî eğitim sahasında etkili olan diğer önemli cemiyetler Delhi’de Cem‘iyyetü’l-ulemâ, Uttar Pradeş’te Din Eğitimi Konseyi (Council of Religious Education), Haydarâbâd’da Hindistan Müslümanları Konseyi (The All-India Muslim Council) ile Meclis-i İttihâd-ı Müslim ve Tamil Nadu’da Hindistan Müslüman Medreseler Birliği’dir (The All India Muslim League of Madras).
Kur’ân-ı Kerîm, Urduca başta olmak üzere bütün mahallî dillere çevrilmiştir. İslâm medenî hukukunun yürürlükte olmasına rağmen Hint hükümetleri zaman zaman bu hukukun uygulanmasına engeller koymaktadır.
b) Nepal. Nepal’de müslüman varlığı, XIV. yüzyılın sonunda Bengal Sultanı Şemseddin’in burayı fethetmesiyle gerçekleşti. Hint-Türk İmparatoru Ekber Şah zamanında da İslâm’ın nüfuzu artmaya devam etti. İlk müslüman yerleşimi, XV. yüzyılın başlarında kraldan izin alan tüccar ve İslâm davetçilerinin gelmesiyle oldu. Bugün Nepal müslümanlarının Hint müslümanları ile çok sıkı temasları vardır ve bunun açık göstergesi asıl kültür dili olarak Urduca’yı kullanmalarıdır. Müslümanlar doğuda Hindistan sınırı boyunca olan Tarai bölgesinde yoğunlaşmışlardır. Önceki müslümanlar büyük baskı ve zulüm gördüler; bugün ise ülkede birçok İslâmî müessese ve eğitim kurumu faaliyet göstermektedir. Hindular’ın din değiştirmelerinin kanunen yasak olması, İslâmî faaliyetlerin onlara tesir etmesini engellemektedir. Ülkedeki cami sayısı da oldukça yüksektir. Nepal müslümanları, en önemlileri Nepal Encuman Islah Samity, Muslim Seva Samity, All-Nepal Muslim Sudhar Samity olan cemiyetlerle faaliyetlerine devam etmektedirler.
c) Sri Lanka. Hindistan’ın güneyinde bulunan Sri Lanka’da (Seylan) İslâm’ın yayılması yine Arap tüccar ve İslâm davetçileri vasıtasıyla VII. yüzyılda gerçekleşti. Önceleri bölgenin kralları tarafından iyi karşılanan müslümanlar, zamanla burada çok büyük bir ticaret kolonisi oluşturdular. Abbâsî halifeliğinin sona ermesi üzerine Sri Lanka’daki müslümanların İslâm ülkeleriyle irtibatı zayıfladı. Ancak bir müddet sonra Güney Hindistan’daki müslümanlarla temasa geçtiler. 1502’de adaya çıkan Portekizliler müslümanlara baskı yaparak onların ekonomik ve siyasî güçlerini kırmaya çalıştılar. 1526 ve 1626’da müslümanları adada oturdukları yerlerden çıkartarak iç bölgelere sürdüler. 1658’de Hollandalılar, Portekizliler’in yerini alırken müslümanlara karşı benzer bir politika takip ettiler. Müslümanların sürgün edilmesi, arazi satın almalarına izin verilmeyişi ve düşük ücretle çalıştırılmaları Hollandalılar’ın uygulamaları arasında idi. XVII. yüzyıl sonlarına doğru Hollandalı sömürgeciler İslâm medenî hukukunu uygulamaya koyan bir kanun çıkardılarsa da uygulanması 1796’da İngilizler’in gelmesinden sonra başladı. İngilizler yönetimleri süresince, müslümanlara karşı diğerlerine nisbetle daha iyi davrandılar. Ancak yine de müslümanlar birçok yönden kısıtlı bir hayat yaşadılar. İngiliz sömürge hareketi 1815’te bütün adayı kaplayacak kadar genişledi. XIX. yüzyılda Sri Lankalı ve Hintli müslüman âlimleri ortaklaşa hareket ederek İslâmî faaliyetlerini sürdürmeye çalıştılar. Güney Hindistanlı âlim Muhammed b. Ahmed Lebai, Sri Lanka’da bir İslâm davetçisi olarak çalışmalarda bulundu. 1894’te ülkenin çeşitli yerlerinde camiler inşa edilmesine ve birçok medresenin kurulmasına ön ayak oldu. 1937’de müslüman kadıların başkanlığında mahallî mahkemeler ve müslümanların organize ettiği vakıflar kuruldu. Bugün Sri Lanka’da altmış üç tanesi başşehir Colombo’da olmak üzere 2000 cami vardır. Kur’an Tamil diline çevrilmiştir. Sri Lanka’da müslümanlar zaman zaman siyasî problemlerle karşı karşıya kalmaktadır. İslâmî teşkilâtlar arasında Müslüman Birliği (Muslim League), Cemâat-i İslâmî, Seylan Âlimler Konseyi (The All-Ceylon Council of Ulama), Müslüman Gençler Birliği (The Muslim Young League) en önemlileridir. 1911’de müslümanların sayısı 240.000 iken 1982’de 1.168.000 oldu. Bu nüfus ülke genelinde % 8’e tekabül etmektedir.
4. Güneydoğu Asya. a) Endonezya-Malezya. İslâmiyet Güney Asya’ya olduğu gibi Güneydoğu Asya’ya da Arap tüccar ve gemiciler vasıtasıyla girmiştir. Gerek fert gerekse cemaat halinde buraya gelen müslümanlar yaptıkları davetle kısa zamanda bir İslâm toplumunun çekirdeğini oluşturdular. Daha sonra güçlenerek genişleyen İslâmiyet kendini devlet düzeyinde gösterdi ve zamanla özellikle Malay yarımadası ile Sumatra adasında tek hâkim din oldu.
Bu bölge içinde bulunan Malay yarımadası ile Sumatra ve Cava adalarının İslâm’la ilk temasını sağlamada yine müslüman tüccarlar büyük rol oynadılar. Daha İslâm’ın ilk zamanlarında müslüman tüccarlar Sumatra ve Malaka sahillerinde ticarî merkezler oluşturdular. Bu durum IX. yüzyılda müslüman Hadramut ve Uman halkının ticarî amaçlarla bölgeye gelişi ile sağlandı. Daha sonraki yüzyıllarda ise Gucerât ve Hint sahillerinden gelen müslümanlar da İslâm’ın yayılmasında etkin rol oynadılar. İbn Battûta XIV. yüzyılın başlarında Sumatra adasının müslüman olduğunu ve Delhi sultanlarıyla ilişkilerde bulunduklarını nakleder. Marco Polo ise 1292’de Sumatra’yı ziyaret ettiğinde Kuzey’de Perlak adlı küçük bir devlet halkının müslüman olduğunu gördü.
Arap tüccarlarının Sumatra’nın kuzeyinde yerleşmeleriyle İslâmiyet bölgede hızlı bir şekilde yayıldı ve büyük müslüman toplulukları meydana geldi. Bu dönemde ada küçük ve büyük birçok müslüman sultanlığına sahne oldu. Bunların en önemlisi, XVI. yüzyıldan itibaren Açe’de kurulan İslâm devleti idi. Yönetimi tamamen İslâm’a göre olan bu devlet Sumatra adasında İslâm’ın yayılmasında büyük bir rol oynadı. Bununla beraber iç kesimlerde Hindu ve animistik inançların güçlü oluşu sebebiyle İslâmiyet genellikle sahil bölgelerinde tutundu. Daha sonra ticarî ve siyasî amaçla bölgeye gelen Hollandalılar müslüman halkın tepkisiyle karşılaştılar. Bu sırada animist liderlerin Hollandalılar’la iş birliğine gitmeleri, iç bölgelerdeki halkın onlara karşı güven ve inancını kaybetmesine sebep oldu ve animist inançlara sahip halk Hollandalılar’a karşı koyan müslümanların yanında yer aldı. Bu da İslâm’ın iç bölgelere yayılmasının başlıca faktörü oldu.
Cava adasına İslâm’ı tebliğ etmek amacıyla gelen Araplar kabileler arasına girerek halkı İslâm’a çağırdılar. XIV. yüzyılın son yarısında Melik İbrâhim adlı bir İslâm davetçisi aynı şekilde hareket ederek pek çok kişinin Müslümanlığı kabul etmesine vesile oldu. XV ve XVI. yüzyıllarda kurulan birçok müslüman sultanlığı İslâm’ın yayılmasında büyük rol oynadı. XVII. yüzyılda Cava adasının hemen hemen bütünü İslâm hâkimiyetine girdi. Bölgede İslâmiyet kuzeyde bulunan Borneo ve diğer adalara kadar ulaştı ve Borneo sultanının müslüman olmasıyla sınırları bu adanın kuzeybatısını içine alacak kadar genişledi.
Avrupa devletlerinin (İngiltere, Hollanda, İspanya v.dğr.) sömürgecilik dönemi olan XIX. yüzyılda da İslâmiyet bölgede yayılmaya devam etti. Endonezya’da 1825’te müslümanlar bu devletlere karşı büyük bir ayaklanma başlattılar. Bu ayaklanmada etkin rol alan müslüman âlimlerin mevkii daha da güçlendi. İç bölgelerde nüfuz sahibi olan eski dinin liderlerinin etkisi giderek kayboldu. Böylelikle halk gruplar halinde İslâm’ı benimsemeye ve müslüman liderlerin etrafında toplanmaya başladı. Ancak İslâm’ı benimseyen halkın içinde birçok eski inanç ve âdet yaşamaya devam ediyordu. Bunları ortadan kaldırmak için I. Dünya Savaşı’ndan sonra müslüman âlimler büyük çaba gösterdiler. Bu arada Muhammediyye Cemaati adı altında bir cemiyet kurularak (1912) İslâm’ın daha iyi anlaşılması konusunda çalışmalar yapıldı. Ancak bu cemiyet, ülkeyi egemenliği altında bulunduran yabancı güçlere karşı pasif davranınca halkın desteğinden mahrum kaldı. Yeni kurulan İslâm Birliği (Sarekat Islam) ise İslâmiyet’in ülkede politik güç olarak da varlığını ortaya koydu ve en yaygın teşkilât haline geldi. Sömürgeci Avrupa devletlerine karşı verdiği mücadele sonunda Endonezya 1947’de, Malezya 1957’de bağımsızlığına kavuşurken Bruney de 1984’te istiklâlini kazandı.
b) Singapur. İngilizler Singapur’u kolonileştirmek istedikleri zaman ada Johore İslâm Devleti’nin bir parçası idi; Johore sultanı üzerine yapılan baskılar sonucunda 1819’da imzalanan bir antlaşmayla ülke İngilizler’e teslim edildi. Ada nüfusunun çoğunluğu müslümandı; ancak İngilizler Çinliler’in buraya göçünü kolaylaştırarak müslümanların çoğunluk durumunu bozdular ve topluluklarını sayıca azalttılar. 1963’te Singapur Malezya ile birleşti, fakat bu birleşme uzun sürmedi. 1965’te Singapur bağımsız bir cumhuriyet olurken yeni bir müslüman azınlık doğmuş oldu.
Singapur’da bugün 120 kadar cami vardır. İslâm medenî hukuku yürürlükte olup şer‘î mahkemeler 1958’den beri çalışmaktadır. 1968’de kurulan Meclis-i Ulemâ (Ulama Consil) camileri, vakıfları, İslâmî okulları, şer‘î mahkemeleri kontrol etmekte ve zekât toplanması işini yürütmektedir. Singapur’daki müslüman azınlığın etkisi zaman zaman yok edilmeye çalışılmışsa da son yıllarda durum biraz düzelmiştir. Ülkede faaliyet gösteren diğer önemli cemiyetler arasında Dârülerkam ve Tamil Müslüman Cemaati (Tamil Muslim Jamaat) bulunmaktadır. Bunlardan Dârülerkam İslâm mesajını müslüman olmayanlar arasında yaymaya ve yeni müslüman olanların ihtiyaçlarını gidermeye çalışmaktadır.
c) Filipinler. Filipinler’e İslâm’ın girişi güneyden müslüman tüccarlar vasıtasıyla gerçekleşti. Bu adalar üzerinde Sulu İslâm Devleti, Mindanao İslâm Devleti ve Manilad (Manila) İslâm Devleti olmak üzere üç müslüman devlet kurulmuştur.
XIV. yüzyıl ortalarında müslüman tüccarlar Sulu adasına, oradan da Mindanao’ya vardılar. 1380’de Sulu’nun eski başşehri olan Buansa’ya (bugünkü Jolo) yerleşen Şerîf Kerîm el-Mahdûm için halk bir mescid yaptırdı. Bu Arap davetçisinin etkisinde kalan halkın çoğu müslüman oldu. Yerli halktan birkaç reisin Müslümanlığı kabul etmesi İslâmiyet’i bölgede daha da güçlendirdi. Daha sonra Sulu’ya gelen Şerîf Ahmed b. Ali (Raca Baknada) burada İslâmî bir idare kurarak emîr oldu (1390). 1434’te yine bir davetçi olarak Sulu’ya gelen Şerîf Ebû Bekir, Buansa emîri olarak bilinen Şerîf Ahmed b. Ali’nin kızıyla evlendi ve emîr onu kendine halef yaptı. Aynı yıl Şerîf Ahmed b. Ali’nin ölümü üzerine emirlik Şerîf Ebû Bekir’e intikal etti. Şerîf Ebû Bekir devleti tamamen İslâm’a uygun bir şekilde yönetti. Sulu ve diğer adalardaki müslümanların sayısı hızla artarak Filipinler tam bir İslâm ülkesi oldu. Emirlik 1465’e kadar sürdü. 1486’da Mindanao’ya gelen bir başka davetçi Şerîf Muhammed b. Ali adada başlattığı davette önceden müslüman olmuş iki reisin yardımıyla büyük bir başarı elde etti ve Mindanao adasında başka bir İslâmî emirlik kurarak İslâm’ın bölgede yayılmasını sağladı.
Avrupa’da sömürgecilik anlayışının gelişmesiyle birlikte İspanyollar 1521’de Macellan ve askerleri tarafından gerçekleştirilen bir hareketle Sibuyan adasına çıktılar; daha sonra ise çeşitli askerî seferlerle yavaş yavaş bütün Filipinler’e hâkim oldular (1574). Manila 1571’e kadar müslümanların başşehri olarak kaldı. İspanyollar Hıristiyanlığı yaymak ve sömürgecilik amacıyla geldikleri Filipinler’de müslümanların mukavemeti ile karşılaştılar; bu sebeple aralarında şiddetli savaşlar meydana geldi. Savaşlar sonunda adalardaki müslümanları güneye sıkıştırarak 350 yıl boyunca sömürgeciliklerine devam ettiler. Sultan Abdülaziz zamanında (1861-1876) Bağdatlı Bekir Hoca adında bir Osmanlı âlimi Filipinler’e giderek oradaki müslümanların hayatı hakkında incelemeler yaptıktan sonra izlenimlerini Seyahatnâme-i Filibin adlı eserde toplamıştır. 1898’de Amerika Filipinler’deki İspanyol kolonisine son verdi ve kendi sömürge dönemini başlattı. Sulu’daki İslâm devleti bu sömürgeci güçlere karşı 1914’e kadar mücadelesini devam ettirdi. Bu tarihte bir antlaşmayla sultanlık Amerikalılar’ın kontrolüne geçti. 1940’ta ise Amerika Sulu’daki müslüman sultanlığını ilga etti. 1939’dan sonra hızlanan hıristiyan göçleri müslümanlara karşı bir tehdit oluşturmaya başladı. II. Dünya Savaşı sırasında Japonlar Filipinler’i işgal ederek müslümanların yaşadıkları bölgelere kadar uzandılar (1942-1945). Savaş sonrasında Filipinler bağımsızlığın ilânına kadar Amerikalılar’ın yönetiminde kaldı. 1947’de kurulan Bağımsız Filipinler Cumhuriyeti’nde 1950’ye kadar müslümanların durumu ile içişleri bakanlığı ilgilendi; bu tarihten sonra müslümanların işleri devlet başkanlığına bağlı bir daire tarafından yürütülmeye başlandı.
Filipinler sınırları içinde bulunan müslümanlar yoğun olarak Mindanao ve Sulu adalarında yaşarlar. Azınlık durumunda olan müslümanlar siyasî, içtimaî ve iktisadî birçok problemle karşı karşıyadırlar ve bu yüzden problemlerini çözüme ulaştıracak bir devlet için bağımsızlık savaşı vermektedirler. Moro Ulusal Bağımsızlık Hareketi (MNLF) bu mücadelede önderlik yapan ve İslâm Konferansı Teşkilâtı tarafından tanınan bir kuruluştur. Ayrıca ülkede Filipin Müslümanları Birliği, Ensârü’l-İslâm, Sulu İslâm Vakfı (Sulu Islamic Foundation) gibi teşkilâtlar tarafından İslâmî faaliyetler sürdürülmektedir.
d) Tayland. Tayland’ın İslâmiyet’le ilk teması, bölgenin güneyindeki Malaylar’ın XV. yüzyılda İslâm’ı kabul etmeleri ile gerçekleşti. Daha sonra bölgede bulunan Patani kralının müslüman olmasıyla (1457) bu devlet zamanla siyasî, askerî ve ekonomik alanda gelişip 1603’e kadar bağımsız bir İslâm devleti olarak devam etti. Ancak bundan sonra bölgeyi ele geçiren Taylar bu devleti kendilerine bağlayarak onlardan vergi almaya başladılar. 1632’de o zamanki Patani kraliçesi Taylar’a yıllık vergi ödemeyi reddederek tekrar bağımsızlığını ilân etti. Bundan sonra Pataniler ile Taylar arasındaki ilişki savaş ve karşılıklı toprak işgalleri şeklinde sürdü. XIX. yüzyılda Patani İslâm Devleti toprakları İngiltere ile Taylar arasındaki çekişme sebebiyle devamlı tehdit altında idi. Bu çekişme 1832’de İngiltere’nin Tayland Krallığı’nın bölgedeki hâkimiyetini kabul etmesiyle sona erdi. Tayland ilk zamanlar yapılan antlaşmaya göre Pataniler’in iç işlerine karışmadığı halde daha sonra bölgenin özerkliğini kaldırdı (1902). Bundan böyle Patani’deki müslümanlar Tayland yönetimi altında azınlık statüsünde yaşamaya başladılar. 1925’e kadar Tayland, müslümanların Budist olmaları için yoğun bir baskı politikası yürüttü. Budist olmayı reddedenlerin bazı hakları ellerinden alındı ve İslâmî vazifelerin yapılmasına engel olundu. 1932’de ise yeni anayasa ile Patani bölgesi tamamen Tayland topraklarına dahil edildi. Bugün Tayland’da 2500 cami, 4000 kadar İslâmî okul (Pondaks) bulunmaktadır ve Kur’ân-ı Kerîm de Tay diline çevrilmiştir. Bunun yanında Tayland Devleti İslâm eğitim enstitüleri (Panoh) kurarak İslâmî gelişmeyi kontrol altında tutmak istemektedir. İslâm medenî hukuku sadece Pattan, Norathiwat, Songkhla ve Yala eyaletlerinde yürürlüktedir. Bu eyaletlerin her biri için iki kadı görevlidir ve bu kadılar Tayland Hükümeti İslâmî İşler Kurulu tarafından tayin edilir. Bu durumda müslümanların en yüksek hukukî makamlarına kendileri tarafından değil Tayland hükümeti tarafından tayin yapılmaktadır. Pataniler hükümetlerin kendilerine karşı uyguladıkları baskı ve kimliklerinden uzaklaştırma hareketlerini engellemek ve eskiden hâkim oldukları güney kesiminde yeniden haklarını elde edebilmek için bir teşkilât altında faaliyet göstermektedirler. Müslümanların ilk teşkilâtlanmaları 1960’ta Patani Millî Kurtuluş Cephesi’nin (Barisan National Pembebasan Pattani: BNPP) kurulmasıyla gerçekleşti. Daha sonra silâhlı mücadeleyle tanınan Patani Birleşik Kurtuluş Teşkilâtı (Petubohan Persatuan Pembebasan Pattani: PPPP veya “4P”) kuruldu. Son olarak da 1974’te Millî İnkılâp Cephesi (Barisan Revolution National: BRN) ortaya çıktı.
e) Burma. Burma’ya İslâmiyet XIII. yüzyılda Arap tüccarlarının sahil kesimlerine yerleşmesiyle ulaşarak müslüman Hintli ve Malaylar’ın gelmesi üzerine hızla yayıldı. XV. yüzyılda Arakan’da bir İslâm devleti kuruldu. 1783’te Burmalı Budistler’in, daha sonra da İngilizler’in eline geçen Arakan bölgesi, 1948’de Burma’nın bağımsızlığını ilân etmesiyle bu devletin sınırları içinde kaldı. Bugün müslümanlar birçok dinî ve millî müesseseye sahip olmalarına rağmen Burmalı yöneticiler tarafından bir baskı politikasıyla yönetilmektedirler. Meselâ hac farîzasını yerine getirmelerine izin verilmediği gibi İslâm ülkeleriyle irtibat kurmaları da kısıtlanmış durumdadır. Burma’da bugün altı cami vardır. Arakan bölgesinde müslümanlar, Burmalılar’ın yaptığı baskıya engel olmak ve bu bölgede bağımsız bir devlet kurmak için bir cemiyet altında mücadele vermektedirler. Bu teşkilât Burma Birleşik İslâm Teşkilâtı’dır (United Islamic Organisation of Burma: UIOB).
f) Kamboçya. Ortaçağ’larda Çinhindi üç krallığa ayrılmıştı: Annam (bugün Vietnam), Kamboçya, Çampa (Champa). Çampa Krallığı, Java ve Malaka’daki Hint devletleriyle ilişki içindeydi. İslâmiyet bu devletlerin halkı tarafından benimsendiği sırada Vietnamlılar Çampa Krallığı’na saldırarak Çamlar’ı baskı ile itaate zorladı. Bu sırada Çamlar kitleler halinde müslüman oldular ve korunup sığınabilecekleri yer olarak gördükleri Kamboçya Krallığı’na göç ettiler. Müslümanlar Kamboçya kralının ülkeden ayrılmasıyla (1823) daha serbest hareket etmeye başladılar. Din, âdet ve dil bağları yıllar sonra onları bir lider etrafında toplanmaya itti. Devlet 1974 öncesinde Kamboçya’daki müslümanların varlığını İslâm dünyasından saklamak için çeşitli yollara başvurdu. Hacca gitmek isteyen müslümanların sayısını kısıtlamak ve onlara çeşitli zorluklar çıkarmak, müslüman öğrencilerin İslâm ülkelerinde eğitim görmelerini yasaklamak ve müslümanların sayılarını resmî kayıtlarda devamlı surette az göstermek bunlar arasındadır.
Eskiden müslümanlar “Çam köyleri” (Phum Ham) diye bilinen köylerde çok iyi teşkilâtlanmış bir şekilde yaşarlardı. Kamboçya’daki bütün müslümanlar Phnom Penh’deki İslâm cemiyetinin üyesi idiler. Her müslüman köyün başında bir hâkim ve yardımcı olarak da kadı bulunurdu. Namazları kıldıran imamlar ise her köyün en iyi Kur’an okuyan ve İslâmî bilgisi en fazla olan fertleri arasından seçilir ve gönüllü olarak hizmet verirlerdi. Kur’an öğreticilerine “kâtıb” denirdi. Halkı namaza çağırma görevini de “Bilâl” adı verilen müezzinler üstlenirlerdi. Ancak Kamboçya’daki müslüman köylerin bu sistemi komünist işgali sırasında değişti. İlk zamanlar taktik icabı müslüman köylere dokunmayan komünistler ülkeye tam yerleştikten sonra tutumlarını değiştirerek diğer insanlara olduğu gibi müslümanlara da bir baskı ve zulüm politikası uygulamaya başladılar. 1979’da Kızıl Kmer düştüğü sırada müslümanların tamamı dağılmış bir halde idi. Bugün yavaş yavaş durumlarını düzeltmeye çalışan müslümanların elinde 113 camiden sadece yirmisi kalmış durumdadır. Savaştan önce 800.000 dolayında olan müslümanların sayıları halen (1982) 335.000 civarındadır. Köylerdeki eski sistem, camisi tamir edilerek ibadete açılan birkaç köyde uygulanmaya başlanmıştır.
g) Vietnam. Güneydoğu Asya ülkelerinden Vietnam’da bulunan müslümanların çoğu Kamboçya’daki gibi Çam etnik grubundandır. Buradaki Çam müslümanların 1975’te komünistler iktidara gelmeden önce nisbeten baskıdan uzak bir yaşamları vardı. Ancak o tarihten sonra yapılan baskılar çoğunu ülkeyi terketmek zorunda bıraktı. 1982 yılında Vietnam’da yaşayan müslümanların sayısı 50.000’i geçiyordu; yoğun oldukları bölge güneyde Ho Chi Minh-Ville (Saigon) şehridir.
5. Doğu Asya. a) Çin. Asya’nın bu bölgesinde bulunan ülkelere İslâm’ın ulaşması çeşitli zamanlarda farklı yollardan oldu. Çinliler ile Araplar arasında ticarî temaslar İslâm öncesi döneme kadar uzanmaktadır. Arap kaynaklarına göre Basra körfezindeki Sîrâf Limanı Çin tüccarları için bir ticaret merkezi idi. Çin ile süregelen bu ilişkiler İslâmiyet’in doğuşundan sonra da devam etti.
Çin’e İslâmiyet’in ulaşması kara ve deniz yoluyla gerçekleşti. Müslüman Arap gemiciler Malay yarımadasının güneyine uğrayarak Çin’in liman şehirlerine ulaştılar. Birçok müslüman Arap bu ticarî ilişkiler sonucu Kanton ve Hainan şehirlerine yerleşerek Çin’de ticarî koloni merkezlerini meydana getirdiler. Bu şehirlere yerleşen müslümanlar zamanla yerli halkla evlenerek Çinliler’le yakınlaştılar. Daha sonra dinî vecîbelerini yerine getirmede serbestlik kazandılar; oturdukları mahallelere camilerle okullar inşa edildi. Bu şehirler müslüman nüfusun artmasıyla bir İslâm beldesi özelliği gösterdi. Çin’e seyahat eden İbn Battûta, “Çin şehirlerinin her birinde müslümanların ayrı mahalleleri vardır. Bu mahallelerde namazları eda etmek için mescidler bulunur” demektedir. Tang sülâlesi döneminde (618-907) Çin’de İslâmiyet önemli ölçüde gelişme kaydetmiş, ancak sonraları müslümanlara karşı girişilen bazı hareketler bu gelişmeyi kısmen engellemiş, hatta bu durum müslümanların yaşadıkları şehirleri terketmelerine ve Arap tüccarların bölgeye yaptıkları ticareti azaltmalarına sebep olmuştur. Sung sülâlesi döneminde (907-1297) ilişkiler yeniden eski halini aldı. Bu hânedan müslümanların Çin ile ticaret yapmalarını teşvik edici kararları yürürlüğe koydu. Müslümanlar arasında bu kararlardan sonra mal mülk sahibi olanlar çoğaldı ve birçoğu servetini oturdukları şehirleri imar etmeye harcadı.
Karadan gelişen ilişkilerin tarihi Hz. Osman zamanına kadar ulaşır. Hz. Osman Çin başşehrine on beş üyeli bir heyet yolladı (651). Bu heyet Shan-An’a (Sian) vardığında Çin’de Tang sülâlesi hâkimdi. Müslümanlar mescid yapmak üzere hükümdardan izin istediler; yapılan bu mescid Çin’dekilerin ilkidir. Bu siyasî ilişkiler yanında Çin ve İslâm devleti arasında ticaret bağları da gittikçe kuvvetlendi. Bu iyi ilişkiler, Abbâsîler’in ikinci yılında meydana gelen Talas Savaşı (751) ile bozuldu. Bu savaştan sonra Çinliler müslümanların ilerlemesini önlemek için vergi vererek barış yapmak zorunda kaldılar. Barıştan sonra ilişkiler karşılıklı elçi gönderme düzeyinde gelişti. Çinliler 755’te ülkelerinde çıkan büyük bir isyanı bastırabilmek için müslümanlardan yardım istediler. Bu isyanın bastırılmasından sonra 4000 kadar müslümanın Çin’e yerleşmesine izin verildi. Çin’de ilk defa İslâmiyet’i kabul eden kavim Uygurlar olduğundan, Yuan döneminden sonra burada İslâm dini, Uygur adının Çince karşılığı olan “Hui” adına izâfetle “Hui dini” olarak adlandırılmıştır.
Çinli müslümanların önceki hânedanlar zamanında kazanmış oldukları birçok imtiyaz, Ming sülâlesinin düşmesi ve Ching sülâlesinin başa geçmesiyle (1641) ortadan kalkmaya başladı. Yunnan bölgesi ile Kuzeybatı Çin’de yaşayan ve 300 yıldan beri Çinliler’in baskılarına mâruz kalan müslümanlar XIX. yüzyıl boyunca yönetime karşı baş kaldırdılar (1818, 1826, 1834, 1855 ve 1878 yıllarında). Çinliler İslâm’a karşı propagandalarını yoğunlaştırdılar; birçok müslüman öldürüldü veya tevkif edildi. 1911’den sonra Çin’deki müslümanlar İslâm dünyasıyla tekrar irtibat sağlayınca yeni cemaatler oluşturdular ve 1913 yılında Pekin’de bir İslâm cemiyeti kurdular. Bu cemiyet birçok cami ve eğitim kurumu tesis ederek ülkede İslâm’ın tekrar yayılmaya başlamasını sağladı. Çin’deki müslümanların Osmanlı Devleti ile ilişkileri II. Abdülhamid tarafından Çin’e yollanan heyetle gerçekleştirilmiş ve bu ilişki Pekin’de kurulan Hamidiye Üniversitesi ile gelişmiştir.
XX. yüzyılda Çin’in hemen hemen her yerinde müslüman gruplara rastlanır. 1949’dan sonra komünist rejimin müslümanlarla ilgili tutum ve davranışları çeşitli devrelere ayrılır. İlk devre 1949’da Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 1966’daki kültür devrimine kadar olan süredir. Bu devre, İslâm’a karşı onun zayıflatılması için yapılan belirli bir hareketle bütünleşmiştir. İkinci devre ise 1966’daki kültür devrimi ile başlar ve 1969’a kadar sürer. Bu dönem Çin müslümanlarının şimdiye kadar mâruz kaldıkları zulüm ve baskının en son halkasını teşkil eder. Bu dönemde müslümanların camileri kapatılmış, İslâmî kitapların basılması ve okunması yasaklanmıştır. 1969-1976 döneminde bu durum bir dereceye kadar yumuşamışsa da yeterli bir ilerleme kaydedilememiştir. 1976’dan sonra İslâm dinine karşı takınılan resmî tavır ve tutum Mao’un ölümüyle birlikte olumlu yönde değişmeye başladı. Ayrıca Çin’in Ortadoğu İslâm ülkeleriyle temaslarını iyileştirmek istemesi, müslümanlara karşı tutumun yumuşamasında etkili oldu. Müslümanlar 1980’de bir araya gelerek İslâm Derneği’ni kurdular. Yine bu toplantıda İslâmî neşriyat yapılmasına ve “Çinli Müslümanlar” adlı bir dergi çıkarılmasına karar verildi.
b) Milliyetçi Çin. Milliyetçi Çin diye bilinen Tayvan’a müslümanların varışı XVII. yüzyıla kadar uzanır. Adayı Çin’deki Ming hânedanı ele geçirince orduda bulunan birçok müslüman buraya yerleşti. 1895’te adayı zapteden Japonlar zamanla sayıları artan müslümanların etkisini azaltmaya çalıştılar ve 1945’e kadar onlara karşı bir baskı politikası uyguladılar. Ancak bu tarihten sonra Çin’de yenilen Milliyetçi Çinliler’le birlikte müslümanların da Tayvan’a göç etmeleri adadaki müslümanların güçlenmesini sağladı. Son yıllarda Çin İslâm Cemiyeti adlı bir cemiyetin başkanlığı altında teşkilâtlanan müslümanların, hepsi 1949’da yapılmış beş camii bulunmaktadır. Çin İslâm Cemiyeti Lisânü’l-Hak adlı bir de yıllık dergi çıkarmaktadır. Ayrıca Çinli Müslüman Gençler Cemiyeti, Eğitim ve Kültür Yardım Cemiyeti, İslâm Kültürevi adlı cemiyetler de ülkede faaliyet göstermektedir. Tayvan Millet Meclisi ile yasama meclisinde (yuan) müslüman üyeler de bulunmakta, hükümette ve askerî kademelerde birçok müslüman görev yapmaktadır.
c) Hong Kong. Hong Kong’ta bulunan müslümanların çoğu tüccardır. Bununla birlikte burada, en önemlileri İslâmî Birlik (Islamic Union), Hong Kong İslâm Gençlik Birliği (The Hong Kong Islamic Youth Association), Hong Kong Müslüman Kadınlar Cemiyeti (Hong Kong Muslim Women Association), İslâmî Sosyal Hizmet Cemiyeti (Islamic Sosial Service Association) olan bazı İslâm cemiyetleri çalışmalarını sürdürmektedir. Müslüman çocukların eğitim ve öğretiminin yapıldığı dört cami, bir İslâmî kolej ve bir ortaokul mevcuttur. Muslim News, Strive, Muslim World müslümanların neşrettiği en önemli dergi ve gazetelerdir.
d) Japonya. Japonya’nın bir adalar ülkesi olması ve İslâm ülkelerinden çok uzak bulunuşu, İslâm’la temasının geç başlamasına sebep oldu. Tarihî kaynaklar Japonlar’ın İslâmiyet hakkındaki ilk bilgileri komşuları olan Çinliler’den öğrendiklerini kaydetmektedir. XX. yüzyılın başlarında Japon imparatoru Sultan II. Abdülhamid’den Japon gençlerine İslâm’ı öğretecek bir âlim göndermesini istedi. Ancak Abdülhamid bu isteği çeşitli sebeplerden dolayı yerine getiremedi. 1890 yılında Ertuğrul adlı bir Osmanlı savaş gemisi Japonya’ya yaptığı ziyaretten dönerken battı ve içindekilerin çoğu öldü. Bu kazadan sağ kalanları İstanbul’a götürmek için Japonya’nın bir gemi tahsis etmesiyle ilişkiler tekrar canlandı. 1908’de Rusya Türkleri’nden gazeteci-yazar Abdürreşid İbrahim Japonya’ya gelerek başarılı bir şekilde İslâmî propaganda faaliyetlerini başlattı. Bu dönemde 100 kadar Japon müslüman oldu (bk. ABDÜRREŞİD İBRAHİM). Rus-Japon savaşı sırasında Japonya’nın İslâm âlemi ile ilişkisi arttı. Japonlar I. Dünya Savaşı’ndan sonra İstanbul’da resmî bir temsilcilik açarak bu ilişkiyi kuvvetlendirmeye başladılar. Rusya’daki komünist rejimin Türkistan’dan sürdüğü Muhammed Abdülhay Kurban Ali adındaki Türkistanlı bir müslümanın Japonya’ya gelişinin ardından bir grup müslüman daha toplu olarak buraya geldi. Bu müslümanların gayretiyle İslâmiyet Japonlar arasında yayılmaya başladı. 1920’de Kur’ân-ı Kerîm’in ilk Japonca tercümesi yapıldı; Muhammed Abdülhay Kurban Ali 1938’de Tokyo’da ilk camiyi inşa etti. Bugün müslümanların hizmetinde bu caminin yanı sıra Osaka, Kobe ve Nagyoya camileri de bulunmaktadır. Japon müslümanları çeşitli teşekküllerle dinî kimliklerini korumaya ve çevrelerini genişletip İslâm’ı yaymaya devam etmektedirler. Bu cemiyetlerden Japon İslâm Merkezi, Japon Kültür Cemiyeti, Japon İslâm Kongresi en faal olanlardır. Japonya’daki müslümanların sayısı 1974’te 4000 iken bugün bu sayı yaklaşık olarak 35.000’e (1987) ulaşmıştır.
e) Kore. IX. yüzyılda Araplar’ın Sila diye bildikleri Kore’yi İbn Hurdâzbih’e göre aynı yüzyılın ortalarında bir grup müslüman ziyaret etmiş, oranın engin bir ülke olduğunu nakletmiştir. Koreli tarihçilerin ortak görüşlerine göre müslümanların Kore ile temasları 1024 yılına kadar uzanır. Bu sırada Kore’de Koryo hânedanı hüküm sürüyordu. Kore’ye müslümanların Çin’den geldikleri tahmin edilmektedir. 1270’te Moğollar’ın Koryo hânedanını kontrolleri altına almaları üzerine Moğollar’ın beraberindeki birçok müslüman da Kore’ye gelerek yerleşti. Bunlar zamanla Koreliler’le evlenerek onlara karıştılar. Koryo sülâlesinin çöküşü (1392) ile birlikte Kore’nin müslümanlarla ve İslâmiyet’le ilişkisi kesildi. Ülkede bulunan müslümanlar da Çosun hânedanının asimilasyon politikası sebebiyle, gittikçe kendi kimliklerini kaybedip sahip oldukları âdet ve geleneklerini unuttular. Bundan sonra uzun süre Kore’nin İslâm âlemiyle irtibatı olmadı. 1950’lerde ise müslüman Türk askerleri Kore’de savaşırken bu temas tekrar kuruldu ve birçok Koreli müslüman oldu. 1955’te Seul’deki Koreli müslümanlar Muhammed Yun önderliğinde İslâmî faaliyetlere başlayarak Kore İslâm Cemiyeti’ni (Korean Islamic Society) kurdular. Bu cemiyet on yıl boyunca çalıştı ve yerini 1966’da Kore Müslüman Federasyonu’na (Korean Muslim Federation: KMF) bıraktı. Bugün Kore İslâm toplumunda bulunan birbirine bağlı iki kuruluştan Kore Müslüman Federasyonu müslümanların mânevî yönlerini geliştirmek için faaliyette bulunurken Kore İslâm Vakfı da (Korean Islamic Foundation) Kore Müslüman Federasyonu’nun malî yönünü düzenleyici çalışmalar yapmaktadır. 1976’da Seul’de, 1980’de Pusan’da birer cami ve onlara bağlı İslâm merkezleri hizmete girmiştir. Ayrıca Kwangju ve Conju şehirlerinde de birer cami bulunmaktadır. 1980’de Kore Müslüman Federasyonu Kore hükümetinin yardımıyla Seul’de başlattığı bir İslâm üniversitesi kurma çalışmalarına devam etmektedir.
Kore Müslüman Federasyonu 1967’de İngilizce ve Korece olarak ayda iki defa Korea Islam Herald adlı bir dergi yayımlamaya başladı. Kore Müslüman Federasyonu’na bağlı olarak 1977’de kurulan müslüman öğrenci teşkilâtı da haftalık el-Mescid dergisini neşretmektedir. Kore’de halen 35.000 kadar müslüman yaşamaktadır.
BİBLİYOGRAFYA
Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 629-630.
İbn Rüste, el-Aʿlâḳu’n-nefîse, s. 139.
İbn Battûta, er-Riḥle (nşr. Ali el-Müntasır el-Kettânî), Beyrut 1401/1981, II, 717.
W. Eberhard, Uzak Doğu Tarihi, Ankara 1957, s. 313-315.
J.-P. Roux, l’Islam en Asie, Paris 1958.
T. W. Arnold, The Preaching of Islam, New York 1974, s. 45-101.
L. E. Williams, South-East Asia a History, New York 1976, s. 43-51.
Gallâb, el-Büldânü’l-İslâmiyye.
A. Schimmel, Islam in the Indian Subcontinent, Leiden-Köln 1980, s. 3-35.
Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, İstanbul 1980, s. 13-20, 32-39.
Hitti, İslâm Tarihi, I, 223-234, 235-241.
R. Mantran, İslâmın Yayılışı Tarihi (trc. İsmet Kayaoğlu), Ankara 1981, s. 86-91, 108-110.
M. C. Ricklefs, A History of Modern Indonesia, London 1981, s. 3-13.
F. Mc. Graw Donner, The Early Islamic Conquests, New Jersey 1981, s. 101-102, 112-119, 173-176.
Abdülmün‘im en-Nemr, Târîḫu’l-İslâm fi’l-Hind, Beyrut 1401/1981, s. 101-112.
Rauf Şelbâ, ed-Devletü’l-İslâmiyye fî Faṭânî ve cüzüri’l-Filibîn, Küveyt 1402/1982.
A. C. Milner, “Islam and the Muslim State”, Islam in South-East Asia, Leiden 1983, s. 23-49.
M. Abdülkādir Ahmed, el-Müslimûn fi’l-Filibîn, Kahire 1983.
İbrahim Eminoğlu, Kore’de İslâmiyet, İstanbul 1983.
Mustafa Ahmed Ebû Dayf, Dirâsât fî târîḫi’d-devleti’l-ʿArabiyye, Dârülbeyzâ 1984, s. 222-233, 251-257, 387-400.
Ebulfazl İzzeti, İslâmın Yayılış Tarihine Giriş (trc. Cahit Koytak), İstanbul 1984, s. 198, 200, 203-205, 292-293, 294, 297.
Hasan İbrâhim, İslâm Tarihi, III, 54-66, 435-494.
Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara 1985, tür.yer.
İhsan Süreyya Sırma, II. Abdülhamid’in İslâm Birliği Siyaseti, İstanbul 1985.
The Crescent in the East: Islam in Asia Major (ed. R. Israeli), New Delhi 1985.
M. Ali Kettani, Muslim Minorities in the World Today, London 1986, s. 54-160.
a.mlf., “Muslim Minorities in Asia”, The Muslim World League Journal, IX/3, Mekke 1982, s. 25-30.
Abdürreşid İbrahim, İslâm Dünyası ve Japonya’da İslâmiyet (haz. Mehmed Paksu), İstanbul 1987, II.
Islam in Asia: Religion, Politics, and Society (nşr. John L. Esposito), Oxford 1987.
D. G. E. Hall, A History of South-East Asia, Hong Kong 1987, s. 221-235.
Celâleddin Wang-Zin-Shan, “Çin’de İslâmiyet”, İTED, II/2-4 (1960), s. 157-188.
Abdülkerim Saitoh, “The Historical Journey of Islam Eastward and the Muslim Comminity in Japon Today”, JIMMA, I/1 (1979), s. 117-126.
Hajji Yusuf Chung, “Muslim Minorities in China Historical Note”, a.e., II/2 (1981), s. 30-34.
Abdul-Halim, “Islam and Muslims in Indo-China”, The Muslim World League Journal, X/3, Mekke 1983, s. 39-43.
S. Ahmet Akbar, “Muslim Society in South India: The Case Haydarabad”, JIMMA, VI/2 (1985), s. 317-331.
İbrahim Ma Zhao Chun, “Islam in China The Internal Dimension”, a.e., VII/2 (1986), s. 272-383.
Bedir Reşâd ed-Devabbî, “el-İslâm ve’l-Müslimûn fi’l-Yâbânî”, et-Teżâmünü’l-İslâmî, IV, Mekke 1987, s. 68-72.